Her kitap, yazarının kendi bebeğidir.

Bebeğin geleceği ebeveynleri tarafından nasıl, ince ince, özenle ve ruhlarını koyarak düşünüyorlarsa; yazar da her kelimesini aynı şekilde, ince ince, özenle ve ruhunu ortaya koyarak kitabın sayfalarını doldurur.

Arif Arslan’ın ‘Rêdur’ kitabı, gazeteci hassasiyeti ve mikroskobik gözlemleriyle, kendi tanıklığına dayanan bir eserdir.

Bir roman, bir gazetecinin elinden çıkarsa, gerçekler gözlerinizin önüne asılır.

O yüzden kitabın konusu her ne kadar ‘gerçek’ bir hayat hikayesi olsa da bu gerçeği, gözlerimizin içine sokarak, roman sanatının en etkileyeci sınıfına sokmayı başarır.

Bizim tesadüf dediğimiz bir olay, gazeteci için asla tesadüf değildir.

Çünkü onlar, her geçtikleri yerden mutlaka bir şeyler bulur ve atar heybesinin içine.

Çoğu zaman kendisi bile farkına varmadan yazacağı makale/haber/kitabın detaylarının heybesinde olduğunu görür.

Ona sadece, dağınık olan kelimeleri düzene sokması kalır.

Elma kokusuyla başlamış Rêdur’un ilk adımları, Saddam’ın uçan canavarları ölüm yağdırdığında, Rêdur, babasının kucağında sınırın hemen öte yanına ulaşarak, kurtulmuş o zehir dolu ölümden.

Arif Arslan, kitabını okuduğunuzda, “Hayatın öngörülmezliği bu olsa gerek!” diye düşüneceksiniz. Ölümden kaçıp, sağlığı kutsayan bir mesleğe doğru adım atan Doktor Rêdur’un, acı, gözyaşı ve hüzün dolu yaşamına küsmek yerine, göz kamaştıran bir başarıya ulaşmasını en ince ayrtınıtısına kadar bulacaksınız bu kitabı sayfalarında.

Arif Arslan karşısında, babasının kucağında zehirli ölümden kurtulan Bebek Rêdur’u, ‘Doktor Rêdur’ olarak gördüğünde, geçmişten o’nu gördüğü güne kadar olan yolculuğu, ki birkaç adımla başlayan ve Amerika’ya kadar uzanan uzun yolcuğuluğu takdir edilesi bir şekilde yazıya dökerek, hem ölümlerin yarattığı travmaları, hem de sonrasında yaşanan acıları görünür kılmaya ve bir daha çıkmamak üzere hafızalara yerleştirmeye çalışmıştır...