1873´de Bitlis´in Hizan kazasının Nurs köyünde doğan Bediüzzaman Said-i Kürdi, kendi hayatını ikiye ayırır. 1926´ya kadar kendini “Eski Said” olarak görür. Daha sonra “Yeni Said” dönemi başlar. 9 yaşında din eğitimine başladı, 21 yaşındayken “Bediüzzaman” (çağın eşsizi) ismiyle anılan Said-i Kürdi, gençlik yıllarında belinden hançeri eksik etmezdi. Kılık kıyafet kanununa hiç uymadı. Şapka giymedi. Sarığıyla   ve bir din adamına yakışır Kürt giysileriyle gezerdi. Nitekim bu yıllarda tam bir dava adamıydı. İstanbul´daki Kürt hamallara hitaben: "Bir buçuk senedir burada Kürdistan´ın neşr-i maarif için çalıştığını ifade etmiştir. Daha ziyade bir Kürt önderi olarak otoritesini kendi dini kimliğinden almaya çalışıyordu.         

Genç yaşta edindiği dini ve pozitif bilimlerdeki derin bilgisi, devrin ilim çevreleri tarafından kabul görmüş, küçük yaştan itibaren dikkati çeken keskin zekası, kuvvetli hafızası ve üstün kabiliyetleri dolayısıyla "Çağının eşsizi" anlamına gelen "Bediüzzaman" sıfatıyla anılmaya başlanmıştır. Kürtlerin en acil ihtiyacı olarak gördüğü eğitim problemini çözmek için dini ve müsbet ilimlerin birlikte okutulabileceği ve Medreset-üz Zehra ismini verdiği bir üniversite kurulmasını sağlamak için 1907´de İstanbul´a gitmiş, çeşitli gazete ve dergilerde makaleler yazmış, padişahlığa karşı hürriyet ve meşrutiyeti desteklemiştir.                                                                                                            Dönemin padişahı Abdulhamit, Said-i Kürdi´nin üniversite ile ilgili isteğine ilgi göstermemiştir. Hatta İstanbul´daki ilim adamlarının, ona olan ilgisinden rahatsız olmuş, önce akıl hastanesine daha sonra da hapishaneye gönderilmesini sağlamıştır.  1909´da 31 Mart olayına karıştığı iddia edilerek haksız ithamlarla tutuklanıp, idam talebiyle yargılanmış, ancak beraat etmiştir.  Bediüzzaman bu olaydan sonra tekrar Kürdistan´a dönmüş, I. Dünya Savaşında talebeleriyle milis kuvvet oluşturarak savaşa katılmıştır. Gönüllü alay komutanı olarak büyük yararlılıklar göstererek Ruslara esir düşmüş, üç yıl süren esaret hayatının sonunda Sibirya´daki esir kampından kaçarak İstanbul´a gelmiştir.  1922 de Ankara´ya davet edilmiş, kendisine teklif edilen Şark Umumi Vaizliği, milletvekilliği ve Diyanet İşleri Başkanlığı tekliflerini reddetmiştir.  1925 yılında Şeyh Said başkaldırısı çıktığında, fiili olarak olaya karışmadığı halde Burdur´a, oradan da Isparta´nın Barla ilçesine sürgüne gönderilmiştir. Risale-i Nur Külliyatı´nın büyük bir kısmını burada yazmıştır. 1934 yılında Isparta´ya götürülmüş. 1935 yılında vatana ihanet iddiasıyla Eskişehir Hapishanesine gönderilmiş, 11 ay hapisle birlikte Kastamonu´da ikamete mecbur edilmiştir. 1943´te Isparta savcısından gelen talimat üzerine yeniden tutuklanmıştır ve Denizli´ye sevk edilmiştir. 1944´te verilen beraat ve tahliye kararına rağmen, Afyon´un Emirdağ ilçesinde zorunlu ıskâna tabi tutulmuştur. Burada üç sefer, toplam olarak da 23 sefer zehirlenmiştir.

     Bir ara serbest kaldıktan sonra 1948 de tekrar tutuklanmış ve Afyon hapishanesine gönderilmiştir.1949´da da orada mecburi ikamete tabi tutulmuş sonra da Emirdağ´a gitmiş, 1958 de de İstanbul´a gitmiştir.

     Ocak 1960´ta Ankara´ya girmesi polis tarafından engellenmiş ve tekrar Isparta´ya dönmüştür. Ağır hasta olmasına rağmen Urfa´ya gitmiş ve 83 yaşında otelde vefat etmiş ve Urfa´da defnedilmiştir. Ancak hükümet, dirisinden korktuğu gibi ölüsünden de korkarak gece kabrini açtırarak cenazesini meçhul bir yere götürdüler. Halen de nereye götürüldüğü açıklanmamış ve bir sır olarak durmaktadır. Mustafa Kemal ve İnönü dönemlerinde hep baskı altında yaşadığı gibi Demokrat partisi de ölüsünü rahat bırakmayıp cenazesini bilinmeyen bir yere sürgüne gönderilmiştir.

      Yukarıda kısa olarak anlatılan yaşam tarzından da anlaşıldığı gibi hep sistemin zulmüne karşı çıkmış, tahkiki ve tevhidi imanı savunmuş, Kur´an ve Sünnet´e uygun olarak İslam´ı yaşamış, mazlumlardan yana tavır koymuş, İslam dışı uygulamalara boyun eğmemiş ve kendini hep Kürt kimliğiyle tanıtmıştır. Ancak M. Sıdık Şeyhanzade´nin de “orta Şarktaki Milletlerin Yeniden Dirilişi” adlı kitabında da ifade ettiği gibi, vefatından sonra eserlerinde değişiklik yapılarak sanki Türk milliyetçiliğini ve Laikliği savunduğu ve bu ilkelere endeksli bir yolda yürüdüğü gibi gösterildi. Nur medreselerinde tevhidi İslam ve Kürt kimliği gündemde tutulmadı ve eserlerindeki o bölümler okunmadan sola karşı Amerika´nın başını çektiği sağ çizgide gösterildi. Kürdistan ve Kürt milletin mağduriyetine verdiği mücadele örtbas edildi. Çünkü Bediüzzaman, 1935 yılına kadar yanı; soyadı Kanunu çıkıncaya kadar hep Said-i Kürdi lakabını kullanırdı. Soyadı Kanunu çıktıktan sonra bu unvanı kullanamadığı için Said-i Nursi unvanını kullandı. Kürtlere şöyle seslenmektedir: Ey Kürtler! Siz kokuşmuş sudan içiyorsunuz. Herkesin bir pınarı vardır. Siz de bir pınar yapın ki kokuşmuş sudan içmeyesiniz.” Mealinde Kürtlerin de diğer kavimler gibi bir devlet sahibi olmaları için davette bulunmuştur.

      Ayrıca Bediüzzaman; Kürtleri okumaya, cehaleti yenmeye ve aralarındaki ihtilafı giderip birleşmeye davet etmiştir. Bu daveti yaparken İslam´ın bütünlüğü içinde hareket etmelerini de söylemeyi ihmal etmemiştir. Hatta Hz. Ali´nin kaside-i Celcelutiye´de kendisine,  “ya müdriken lizalikezzamanı ,kün saiden” gibi sözlerle ve cifir hesabiyle Kürt Said diye hitap ettiğini 8.Şuada ifade etmektedir. Kürt olduğuna dair Hz. Ali´nin keramet şahitliğini örnek göstermektedir. Volkan, Kürt Teavun ve Terakki gazetelerinde hararetli yazılar yazmış, Kürt Teali cemiyetin kurucuları arasında yer almıştır. Kendisine verilen Diyanet İşleri Başkanlığı, Umumi vaizlik gibi makam ve yüksek maaşı ret edip şunları söylemiştir: .” Ey Kürtler! Tımarhaneyi bunun için kabul ettim. Kürtlüğü lekedar etmemek için irade-i padişahiyi, maaşını, ihsan-i şahaneyi kabul etmedim."

      İşte susmamak ve Kürt davasına hıyanet etmemek için makam ve maaşı kabul etmemiştir. Ancak daha sonra arkasından gidip kendilerini varisi olarak tanıtmaya çalışanlar, onu Türk milletine kabul ettirmek için yazdıklarını bile değiştirdiler Zehra ve Med Zehra dışındaki medreselerde bu bölümlerin okutulduğunu duymadım. Daha ziyade suya, sabuna dokunmayan bölümlerin okunması alışkanlık haline getirildi ve sanki Ziya Gökalp gibi o da Kürtlükten istifa edip Türkçü olmuş gibi anlatılmaya çalışıldı. Kürtçe olarak yazılan asar-ı Bediiye, medreselerde hiç de bulundurulmadı. Risale-i Nurun önde gelen talebelerinden ve Med Zehra vakfının Genel başkanı M. Sıdık Şeyhanzade, Mizgin dergisinin Ağustos 2008 tarih ve 48 sayısında, kendisiyle yapılan röportajında” Yalnız Münazarat kitabında 29 sefer değişikliğin yapıldığı, Örneğin: “20 milyon Türklerin namına değil, yüzer milyon alem-i İslam cemaat-ı namına bir Said değil, bin Said feda olsun.”  Cümlesinin “25 milyon Türklerin namına bir Said değil, bin Said feda olsun.” Şeklinde değiştirildiği, Türk harfleriyle basılan kitaplarında "Kürdistan ve Kürt sözcüklerin çıkarıldığı, 1935 tarihinde Soyadı Kanunu çıkıncaya kadar hep kendini Said-İ Kürdi lakabıyla tanıttığını ifade etmektedir.

        Araştırmacı yazar E.Hakan Göktan şunları nakletmektedir: Divan-i Harb-i Örf-i ve Said-i Kürd-i" adlı kitabının "Hatime" bölümü Türkçe harflerle basımı sırasında yandaşlarınca değiştirilmiştir. Şöyle ki: " Hatime´nin" esas metni şöyledir: " Ey Asuriler ve Keldani´lerin cihangirlik zamanında piştar kahraman askerleri olan arslan Kürtler, beş yüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız sabahtır…. Hem de milliyet denilen mazi derelerinde ve hal sahralarından ve istikbal dağlarında haymenişin olan Rüstem-i Zal, Salahaddin-i Eyyubi gibi Kürt dahi kahramanlarıyla bir çadırda oturan aile gibi”… iken, Türk harfleriyle basılan basımda Türk milletinin duygularını okşayacak bir şekilde" Ey eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin ahfadı olan vatandaşlarım ve kardeşlerim…. Salahaddin-i Eyyübi, Celaleddin-i Harzemşah, Sultan Selim, Barbaros Hayreddin ve Rüstem-i Zal gibi ecdatlarımız." haline getirilmiştir. (E.Hakan Göktan Araştırmacı-yazar. Turkish-Media.Com Forum ve memurlar.net siteleri)        Bizim burada anlatmaya çalıştığımız, milyonlarca hayranı bulunan Bediüzzaman gibi bir âlimin istismar edilmemesidir. Nasıl yaşadıysa, nasıl inandıysa o şekilde anılması gerekir. İslam dışı yönetim şekillerine ve ırkçılığa karşı verdiği mücadele altmış yetmiş yaşında olanlar hatırlarlar. “Cemahir-i Müttefikai İslamiyye” Yanı: “İslam Birleşik Cumhuriyetleri “ projesiyle Kürdistan´ın da içinde yer alacağı ve bütün İslam kavimlerine şamil, Kur´an´ın “ Ancak müminler kardeştirler.” Emri ilahi doğrultusunda ve ırklar üstü bir çalışma ve inanca sahip olduğu, hayatında çektiği işkence, hapis ve sürgünlerinden anlaşılmaktadır. Allah´a emanet olun.