Önce Tunus diktatörlüğü yıkıldı ve diktatör Zeynel Abidin b. Ali kaçıp Suudi diktatörlüğüne sığındı. Bundan cesaret alan Mısır halkı da meydanlara dökülerek diktatör Hüsnü Mübarek’in makamını bırakıp kaçmasını istediler. Her ne kadar şimdiye kadar Mübarek makamını terk etmemişse de tavizler vermeye başladı. Buna bağlı olarak partisinin genel başkanlığından istifa etti. Gelecek Cumhurbaşkanlığı seçiminde aday olmayacağı gibi Oğlunu da aday göstermeyeceği sözünü de verdi. Bu arada partilerini kapatıp binlercesini cezaevine koyduğu Müslüman kardeşler teşkilatı yetkilileriyle görüşme teklifinde bulundu. Neticede başta Müslüman kardeşler olmak üzere muhalefet cephesiyle iktidar yetkililerinden müteşekkil bir komisyon kuruldu bu komisyon yeni Anayasayı hazırlayacak ve fiilen Hüsnü Mübarek’in dönemi bitmiş olacak. Aslında Hüsnü Mübarek’in oyalama taktiklerini kullandığı bir gerçektir. Ancak Hüsnü Mübarek’in eskisi gibi cirit atıp nara atamayacağı da başka bir gerçektir.
         İster istemez insanın aklına şimdi sıra kimde? Diye bir soru gelmektedir. İnşallah sıra Suriye, Ürdün, yemen ve Suudi gibi yerlere gelecektir. Buna bağlı olarak da sıra Türkiye’ye de gelecektir. Çünkü Türkiye’de ırkçılık üzerine kurulu, maddeleri değişmediği gibi değişmesi teklif dahi edilemeyen bir hukuk diktatörlüğü mevcuttur. Bu hukuk diktatörlüğünde ne Kur’an-i anlamda yaşamak isteyen Müslümanlar ve ne de kimlikleriyle kendilerini ifade etmek isteyen Kürtlere yer verilmemiştir.
          İslam dini, diktatörlük ve aile saltanatına yer vermemiştir. Çünkü Hz. Peygamber, sağlığında yerine kimseyi tayin etmediği gibi onun yerine geçen Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali de oğullarını yerlerine tayin etmediler. İslam âleminde diktatörlük, Emevilerin iktidarıyla başlayıp Osmanlı hanedanlığın yıkılmasıyla sona erdi. Ancak Birinci dünya savaşından sonra galip devletler, İslam âleminin tekrar bir araya gelmemeleri için kurdurdukları devletçiklerin başına birer kral tayin ettiler veya krallık taslayanları korumaya çalıştılar.
         Kur’an’da istişare tavsiye edilmektedir. Zira Al-i İmran/159 ve Şura/38.ci ayetler incelendiğinde bunlar görülecektir. Peygamber (sav) de bu ayetleri esas alarak vahyin olmadığı konularda mutlaka istişare yapardı. Bedir savaşından sonra esirlere yapılan muamele, Uhud savaşında düşmanı şehrin dışında karşılamak gibi konularda Resulullah (sav) kendi görüşüne göre değil, çoğunluğun görüşüne göre karar vermiştir.       
      Hz. Ali bir sohbetinde şunları anlatmaktadır:''Ben Allah'ın Resulüne dedim ki: Ey Allah'ın Resulü! Hakkında Kur'an'da ayet gelmemiş ve Sünnetinizde de bir benzeri hükme bağlanmamış bir olay olduğu zaman ne yapmamızı buyurursunuz? Bunun üzerine buyurdular ki:''Onu bilenler ve mü'minlerden abit olanlarla istişare edin. Fakat katiyen bir kişinin görüşüyle hükme bağlamayın.'' (Hatibü'l Bağdadi ve Heysemi, istişare bölümleri. Tefsirü't Tahrir ve't -Tenvir Al-i İmran 159 ayetin tefsiri.)
         Bir defa Hz. Ömer hutbe irat ediyorken cemaatten, fena yol tutacak, nefsani heveslere boğulacak olunursa ne yapacaklarını sordu. Oradakilerden Bişr b. Sa'd derhal kalkarak:-seni kılıcımızla doğrulturuz, dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer şu mukabelede bulundu:''Cenabı Hakka çok şükür ki, yanlış yola sapacak olursam milletin içinde beni kılıcıyla doğrultacak kimseler var!''(Büyük İslam tarihi. Asrı Saadet. Türkçe çeviri. Ali Genceli. 1/3 24)
            Diğer bir sohbette de Selman-i Farisi Hz. Ömer'den hesap sormaya kalktı ve''Ganimetten her birimize birer izar düşmüştür. Nasıl olur da senin hissene iki tane düşer? Dedi.     Hz. Ömer de orada bulunan oğlu Abdullah'ı göstererek, bunlardan birinin oğluna ait olduğunu ve ödünç aldığını bildirdi.''(İslam Tarihi. Hüseyin Algül.2/315)                 
              İşte görüldüğü gibi İslam, fikir hürriyetine bu kadar önem vermiştir. Sade bir vatandaş, Halife olan Hz. Ömer hutbe okurken hutbenin bitmesini beklemeden kafasına takılan bir soruyu soruyor. Halife de onu azarlamıyor ve ona teşekkür ediyor.
               Kur’an-ı Kerim, Firavun gibi diktatörlerin yaptıklarından bahseder, Asrımızdaki diktatörlerin muhaliflerini hapsetmesi veya öldürtmesi gibi Firavun, krallığın son bulmaması için doğacak bütün erkek çocukların kesilmesini emrettiğini anlatır. Bu nedenle de Hz. Musa’nın annesi oğlunu kurtarmak için bir sandığa koyup denize atar, sandığın bir arktan Firavun’un sarayına doğru gider, İçinde bir bebek bulunduğunu gören hanımı, Firavun’u da ikna ederek Hz. Musa’yı sarayda büyütmeye karar verip ölümden kurtarır ve Firavun krallığının yıkılabilmenin ilk harcını atar.
               İşte Firavun’un kendi eliyle düşmanını kendi sarayında büyütmesi, insanların tahayyül dahi edemedikleri perde arkasındaki ilahi bir yöntemle Firavun krallığının sonunu getirdi. Bunlar, insanların çabasıyla yapılan şeyler değildir, Belki zulüm ve diktanın zirveye ulaşması neticesinde, bunların baş aşağı edileceğinin ilahi bir projesidir. Hiç bir kral ebedi olarak kalmamıştır. Tunus’taki kralın çer çabuk bu şekilde kaçacağı hiç kimsenin aklından geçmiyordu. Firavun krallığının Hz. Musa tarafından sona erdirileceği hiç kimsenin aklından geçiyor muydu?
             Saddam saltanatının Amerika tarafından yıkılacağı da aklımızdan geçmiyordu. Ancak bazen bir diktatörün yaptıklarına son vermek için başka bir diktatör musallat ettirilir. Bu da ilahi bir projedir. Çünkü Kur’an’da buyrulur ki: ‘’İşte böylece işledikleri günahlardan ötürü zalimlerin bir kısmını diğer bir kısmının peşine takarız.’’(En’am:129)
              Aslında cezaların verildiği yer daha ziyade ahiret yurdudur. Çok az bir kısmı dünyada verilir. Çünkü buyrulur ki:’’Eğer Allah, yaptıkları yüzünden insanları (hemen) cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık bırakmazdı. Fakat Allah, onları belirtilmiş bir süreye kadar erteliyor. Vakitleri gelince (gerekeni yapar)’’ (fatır:45)
            Acaba Arap âlemi, krallıklardan kurtulduktan sonra ne yapacaklar? Nasıl bir yönetim şeklini getirecekler? Bu konu dünya medyasında tartışıldığı gibi Türk medyasında da tartışılmaya devam etmektedir. Başbakan Tayyib Erdoğan’ın, İsrail’e karşı sarf ettiği birkaç cümleden sonra Arapların dikkatleri Türkiye’ye çevrildi. Çünkü Arap liderlerin varlıkları, ABD.ye dayalı olduğu için onlardan böyle bir çıkış beklemek, Hiç bir Arabın aklından geçmez. Dolayısıyla da Tayyib Erdoğan’a kurtarıcı gözüyle bakmaya başladılar ve diktatörlerin yıkılışından sonra Türkiye’deki demokrasiyi örnek alacaklarını dile getirmeye başladılar.
             Eğer Arap âlemi, Türkiye’de seçim vardır. Seçim sayesinde liderler değişebilirler. Bizde de aynısı olsun diyorlarsa, buna bir diyeceğimiz olamaz ve bunu alkışlarız. Yok, eğer biz de Türkiye’deki demokrasiyi olduğu gibi alalım diyorlarsa, Bana kalırsa kendilerini yormadan işlerine devam etmeleri onlar için daha hayırlı olur. Çünkü Türkiye’deki hukukta İslam’ın en küçük bir bölümüne yer verilmemiştir. Tamamıyla batı hukuku referans alınmış, Kemalist felsefe de her yönüyle ve acımasız bir şekilde uygulanmaktadır. Müslümanlar, Kur’an-i anlamda dinlerini yaşayamıyorlar. Okul ve resmi kurumlarda başörtü yasağı devam etmektedir. Şer’i hukuk gericilik olarak bilinmektedir. Kur’an’ın önerdiği ahlak anlayışı yerine, Batının ahlak değerleri devletin resmi ideolojisi durumundadır. Zina suç olmaktan çıkmış, buna bağlı olarak randevu evleri her yere yayılmış, fuhuş, uyuşturucu bağımlılığı ve kumar gibi çirkeflikler alabildiğine çoğalmaktadır. 301. madde fikir hürriyetinin önünde keskin bir kılıç gibi durmaktadır.
               İnandıkları gibi söz sahibi olmak isteyenler ile Allah’ın kendilerine verdiği dilleriyle okuyup kendilerini ifade etmeye çalışan Kürtler, ya ceza evine gönderirler veya sürekli baskı ve takibat altında tutulmaktadırlar. Orduda ve okullarda namaz kılmak suç olmaktan çıkmamıştır. Seçim kanunundaki yüzde onluk baraj devam etmektedir. Bu yüzden de Mehmed’in oylarıyla Hasan Millet Vekili seçilmektedir. Milletvekili seçilirken veya herhangi bir kamu kuruluşuna girerken Kemalist ilkelere bağlı kalınacağına dair yemin ettirilmek gibi insanın fikir hürriyetiyle çelişen uygulamalar devam etmektedir. Acaba bunlar demokrasinin neresinde geçer? Hüsnü Mübarek’in diktasında bile bunların bir kısmı bulunmamaktadır.
               Acaba Arap dünyasındaki İslami cemaatler, bunları mı örnek alacaklar? Bana kalırsa, böyle yapacaklarına, kendilerini fazla yormasınlar. Çünkü onlarda bu sorunların çoğu bulunmamaktadır. Mısırda Müslüman kadınların yüzde doksanına yakını örtünürler ve örtülü olarak bütün resmi kurumlarında çalışabilir. Orduda en üst rütbedeki bir asker açık bir şekilde namaz kılabilir.
              Onun için Araplar yapacaklarsa, daha güzelini yapsınlar. ABD. nin oyuna gelerek batılılara aldanmasınlar, Türkiye’deki hukuk uygulamasını iyi araştırıp ona göre açıklamalarda bulunurlarsa, daha hayırlı olacağına kanıyım. Allah’a emanet olun!