Hafta başında bir okulumuzda üzücü bir olay meydana geldi. Bir öğrencimize öğretmen tarafından tokat atıldığı gerekçesi ile öğrencinin akrabalarından oluşan bir grup okulu basarak kavga çıkarmış ve bir müdür yardımcısı elinden aldığı bıçak darbesi ile yaralanmıştı. Benzer olaylar daha evvel de gerçekleştiği için artık bu soruna eğilmek gerekiyor. Daha eğitim ve öğretim sezonunun başındayken bir önlen alınmaz ise bu durum uzayıp gider.
Öncelikle sayın öğretmenlerimiz ve okul idarecilerimiz bilmelidirler ki okul dayak atma ve yeme yeri değil bir eğitim yuvası. Çocukların haylazlıkları, yaramazlıkları, disiplinsizlikleri, kural dinlemezlikleri vardır ve kimsenin buna itirazı da yok. Bazen bu davranışlarının terbiyesizlik ve haksızlık mertebesine çıktığını da biliyoruz. Uyarılmaları ve gerekli ise cezalandırılmaları da gerekli olabilir ancak bu durum aileler ile birlikte kararlaştırılırsa daha sağlıklı olur. Dayak atmak ile sorunun çözüme kavuşmadığı pratik ile malumdur.
İkinci husus ise ailelerimize. Çocuklarınızı bu kadar sahiplenip yanlışları konusunda bu kadar inatlaşıp okul basacağınıza çocuğunuzun laf dinlemesini sağlarsanız okula saldırmaktan daha faydalı bir iş yapmış olmaz mısınız? Velev ki tokat yemiş olsun yaptığı hatanın ne olduğunu öğrenmek ve bunu makul bir şekilde okul idaresi ile konuşup çözümlemek yerine okula gidip kavga çıkarmak, bıçak kullanmak ne kadar doğru? Bu yanlış sonucunda o çocuğun bir daha o okulda kimseyi dinleyeceğini ve eğitim ve öğrenimine kurallar içinde devam edeceğini garanti edebiliyor musunuz?
Bir yanlışı başka bir yanlışla kapatmaya çalışmanın doğru bir yöntem olmadığını herkesin kabul etmesi gerekiyor. Okullar ne dayak atma mekanları ne de kavga ve saldırma merkezleridirler. Okullar çocuklarımızın eğitilmesi için yapılmış eğitim yuvalarıdırlar ve herkesin bunun farkında olması gerekiyor. Öğretmenlerimizin de ailelerimizin de.
Okullardaki dayak meselesi Ömer Seyfettin’in Falaka adlı hikâyesi ile bilinir. Bu dönem çoktan kapandı. Ancak çocukların aynı çocuklar olduğunu da unutmamak gerekiyor. Dayak ne kadar yanlış ise öğretmene bıçakla saldırmanın da aynı şekilde yanlış olduğunu belirtiyor ve sizi Falaka adlı eserin bir bölümü ile baş başa bırakıyoruz; “Her sabah Çarşı Camii`nin arkasındaki harap zaptiye ahırlarının önünden, bir serçe sürüsü gibi, cıvıl cıvıl neşeli geçerdik. Okul biraz daha ileride,alçak duvarlı,oldukça geniş bir avlunun ortasında idi. Bir kattı, etrafında yükselen büyük kestane ağaçlarının birbirine karışmış koyu gölgeleri bütün çatısını kaplardı. Biz daha avlunun kapısından Hoca girmeden Efendinin olup olmadığını, şöyle bir bakar, anlardık: 
-Abdurrahman Çelebi gelmiş mi be? 
-Gelmiş, gelmiş... 
Abdurrahman Çelebi, Hoca Efendinin eşeğiydi. Siyah, huysuz,inatçı bir hayvan... Her sabah bizler gibi erkenden okula gelir, akşama kadar kalır. Evlerimizden, sırasıyla getirdiğimiz kucak kucak otları, yazsa ağaçların, kışsa sol taraftaki abdestlik sundurmasının altında yavaş yavaş yerdi. Ona su vermek, onu tımar etmek okulda bir ayrıcalıktı. Hoca Efendiye kim yaranırsa bunu mükafat olarak kazanırdı. Okulun kapısına dar, taş bir merdivenle çıkılırdı. İçeri girilince ta karşı tarafta Hoca Efendinin rahlesi vardı. Rahlenin önünde top yavrusu, müthiş tuhaf bir kürek gibi siyah kayışlı, ağır falaka asılı dururdu. Hepimiz kırk çocuktuk. Kızları birkaç ay evvel bizden ayırarak başka yere almışlardı. Sınıf taksimi filan yoktu.Elifbeyi ,amme`yi her şeyi bir ağızdan okuyor,rakamları bir ağızdan sayıyor,bir ağızdan ilahi söylüyorduk. Bütün dersimiz sıkıcı genellikle bir bestenin asla manalarını anlamadığımız güfteleriydi. Hoca Efendi,ak sakallı,uzun boylu,bağırtkan bir ihtiyardı. Yaz kış, her zaman cüppesiz abdest almaya hazırlanmış gibi kolları, paçaları çıplak, sıvalı,yerinde otururdu. Öğleden sonra Çarşı Camii’ni süpürmeye gidip sonra hiç gelmeyen kalfa daha gençti. Müezzinlik de yapıyordu. Bize şeker, leblebi, keçiboynuzu, çiğdem gibi şeyler satardı. 
Gönen’den geldiğimiz günden beri her gün okula devam ediyordum. En başta gelen zevkim falaka tutmak!...Fakat bir gün Hakim Efendi ile setre pantolonlu,asık suratlı biri geldi. 
-Kaymakam Bey!Kaymakam Bey! dediler.
Sakalsız esmer, uzun boylu, aksi birisi. Kapıdan girdiği anda Hoca Efendinin işareti üzerine hepimiz ayağa kalktık. Birisi çağırıyormuş gibi elini, başını sallayarak biri yerimize oturttu. Hepimizi tek tek gözden geçirdi. Bir kaçımızı okutmak istedi. Oysa bizler tek ağızla, ahenksiz okuyamazdık. Yüzünü buruşturdu. Yere baktı ve başını salladı. Sonra gözlerini Hoca Efendinin başında asılı duran falakayı dikti, baktı baktı. Sanki ömründe ilk defa bir falaka görüyormuş gibi dikkat kesilerek öylece baktı. Döndü, selam vermeden çıkarken:
-Biraz dışarı gelirmisiniz, Hoca Efendi?... dedi.
Hoca Efendi korkarak divan duruyor gibi kollarını önüne kavuşturarak yürüdü. Hakim Efendi ile kaymakamın arkasından bahçeye çıktı. Dışarıda ne konuştuklarını bilmiyorduk. Ama falaka ertesi gün yine yoktu.
Falaka yasak olmuş...’ diyorlardı. Sözde, Kaymakam Bey etmiş!
Dayak korkusu kaldırılınca bizler kırk çocuk, öyle azdık, öyle kudurduk ki.... Ne yaptığımızı bilmez hale geldik, artık hiç hocayı dinlemiyor, yüzüne leblebi atıyor, yalvartıyorduk...
Dayaksız bizi okutamayacağını anlayan Hoca Efemdi, nihayet yine bir gün falakayı çıkardı. Bu defa baş ucuna asmadı, oturduğu minderi arkasına gizledi. Fakat şimdi kim kabahat ederse, eskisinden daha fena dövüyordu.”