Ülkemiz ve bölgemiz yüz yıl sonra yeniden bir dizayna tabi oluyor. Bir yandan Ortadoğuda meydana gelen gelişmeler ve değişimler öte yandan bizim artık bize dar gelen yönetim modelimiz, yönetim anlayışımız ve yasal düzenlemelerimizin değiştirilmesine yönelik çabalar neticesinde çekilmekte olan sancılar…

Tabi aynı zamanda geçen yüzyılda yapılan paylaşımlardan dolayı ülke olarak uğradığımız haksızlıklar, hastalıklar ve korkularımız da var.

Kolay bir süreçlerden geçmedi. Kolay da olmadı genç Türkiye cumhuriyeti devletini kurmak, sistemi laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olarak belirlemek.

Savaşla bu topraklar kurtarıldığı için, bedel ödenerek topraklar korunduğu için elde kalan son parçanın da kaybedilmemesi için silahlara ve silahlı güçlere öncelik tanındı. Belki de mücadelenin içinde belirleyiciler askerler olduğu için hep silahlı kanattan beklentiler farklı oldu. Doğal olarak bu beklenti ve belirlemeler de farklı bakış açılarının doğmasına neden oldu. Durumdan sık sık vazife çıkarılıp anayasal düzenin zorla değiştirilmesi, yönetimlere el konulması meselesi tam da bu anlayışların bir sonucudur. Silahlı kanat belki de geçmişten gelen geleneksel anlayışla hep kendini bu vatanın daha öncelikli sahibi görmeye çalıştı.

Toplumun gözünde de asker ocağı peygamber olacağı olarak kabul gördü. Bu ocak dünya ile entegrasyon anlamında aynı zaman da bir okul olarak da görev gördü.

Sistem cumhuriyetin kuruluşuyla değiştirildi ve bu değişimin oturtulması çalışmaları 1923 tarihinden beri sürmektedir. Halen de tam olarak oturtulduğunu iddia etmemiz mümkün olamıyor. Elbette bu değişim sürecimizde eksiklikler, aksaklıklar, yanlışlıklar oldu.

Ancak aradan geçen yüz yıla yakın süre hem bizde hem de dünyada yeni gelişmeler oluşturdu yeni değişimler meydana getirdi. Yüz yıl önceki dengeler değişti, güçler değişti, anlayışlar değişti. Herkes var olan düzeninin bir değişim ihtiyacında olduğu konusunda hemfikir gibi.

Bütün mesele bu değişimden bizim ve ülkemizin nasıl çıkacağı meselesidir.

Türkiye eski Türkiye değil.

Toplumumuz da eski toplum değil.

Geldiğimiz düzey artık daha ileriye yönelik çaba göstermemizi gerektiriyor lakin bu arada geçen yüzyılın uygulamalarındaki hataları ve eksiklikleri ortadan kaldırmamız ve korkularımızdan arınmamız gerekiyor.

Netleşmemiz gerekiyor, ülkeni bölünerek değil büyüyerek yeni dünya düzeninde yerini alması gerekiyor.
Peki, bunu nasıl yapabiliriz?

Bugüne kadar süren egemenlik çatışmasında İslamcı kesimler ile Kürtlerin haksızlığa uğradığı tespitinden yola çıkılarak bu kesimlerin taleplerinin bastırılması konusunda çalışmalar yürütülmüştür.

Dini talepler yobazlık, Kürtlerden gelen talepler bölücülük olarak görülmüş sorunun masa başında hal edilmesi yerine güç kullanılarak, yasal düzenlemelerle desteklenen baskılarla çözümüne çalışılmış ancak netice alınamamıştır.

Ancak son dönemde kendilerini muhafazakâr demokrat olarak tanımlayan İslami kesimin veya kendi deyimleri ile mütedeyyin kesimin iktidara gelmesi ile yapılan düzenlemeler sayesinde bu alanda sıkıntısı olan bireylerin problemlerinin büyük bir bölümü çözülmüş durumdadır. Yani insanların inançlarını yaşamaları konusunda bir sıkıntıları kalmadığı gibi bu kesimlerin sistemle entegre olabildikleri de görülmüştür. Bunu söylerken radikal kesimleri ve devleti ele geçirmeye çalışanları bu belirlemenin dışında tuttuğumuz belirtelim.

İkinci konu ise Kürtler ve bölünme meselesidir. Bu konu hem siyaset alanında süren tartışmalarla hem de süren iç çatışmalar nedeniyle ülkenin gündemini sürekli meşgul etmektedir. Bugüne kadar bu meselenin şiddetle ve güç kullanılarak ortadan kaldırılması çalışmalarında bir sonuç alınabilmiş değil. Demek ki yöntemi değiştirmemiz gerekiyor.

Bölgemizdeki gelişmeler de dikkate alındığında son yüzyıllık paylaşım sırasında ülkemizin o günkü koşullardaki güçsüzlüğünden faydalananlar Misak-i milli sınırları içinde kalan bölgeleri komşu devletlerin topraklarına dahil etmiş biz de gerek bölünme fobimiz gerekse gücümüzün yetmemesinden dolayı sesimizi çıkaramamışız. Bu nedenledir ki kasrı şirin anlaşmasını (1639) saymazsak geri kalan topraklar yani Misakı milli sınırlar olarak bilinen alanda Kürtlerin yaşadıkları alan bölünmüş ve dağıtılmıştır. Daha sonraki hükümetler de bu durumu pekiştirmek için yeni anlaşmalarla bu yanlıştan daha az etkilenmeye çalışmışlar. (sadabat paktı gibi)

Günümüzde durum değişmiş bulunmakta. Gerek Suriyede kalan Kürt bölgesindeki Kürtler gerekse Irakta kalan Kürt bölgesindeki Kürtler artık kenti alanlarında kenti kararlarını vermektedirler. Bu durumda yapılması gereken Türkiye’deki yönetimin Kürtler konusundaki bakış açısını değiştirmesidir. Şu anda bir araştırma yapılsa Kürtlerin beraber yaşamak istedikleri ülkenin Türkiye olduğu gerçeği ortaya net olarak çıkacaktır. Uluslararası politikalar gereği ülkemizin başka ülkelerin sınırları içinde kalan topraklar için bir talepte bulunamayacağı açıktır. Ancak Hatay örneğinde olduğu gibi halkların kendi özgür iradeleri ile yaşamak istedikleri ülkelerle yaşamaları için gerekli zeminlerin de hazırlanmasında fayda var. Bu gibi meselelerin bir an önce neticelenmesi ve tartışılması için de kendi içimizdeki çatışmaları durdurmamız ve bitirmemiz gerekiyor. Bunun bir yolunun da artık bölünme fobisinden kurtulmamızdan ve büyüme formatına göre hareket etmemizden geçer diye düşünüyoruz.