Kürt sorununun çözümü için başlatılan Oslo sürecini normal yurttaştan önce öğrenenler kuşkusuz siyasi arenada yer edinmek için daha hızlı davranmışlardır. Herkes çözüm umudu içinde beklentilerini sıralarken yeni yapılanmaların oluşmuş olması da ihtimal dışı değil. Gerek yerel ve genel seçim süreçlerinde olsun gerekse diğer mitinglerde kullanılan siyasi dilin sertliği dikkat çeker düzeyde seyrederken mücadelenin içerisinde yıllarca yer almış olanların dahi bu kadar rahat olarak yapılan konuşmalar karşısında sessizleştiklerini görmek mümkündü.
Aslında “sorunun çözümü olsun, akan kan dursun da kim ne söylüyorsa söylesin veya yapıyorsa yapsın” mantığının da devre dışı olmadığı açık. Başka bir adlandırılma ile denilebilir ki ülkede Oslo sürecine bağlı olarak yeni bir siyasal yapılanma da gerçekleşti. Ancak Oslo görüşmelerinin tıkanması ile evdeki hesabın çarşıya uymadığı da açıkça görüldü. Görüşmeler sürerken sesini çıkarmayıp kayıt alan devlet ve hükümet görüşmelerin tıkanması ile bu kayıtları önüne koyup işi yakalama ve kovalama ile sürdürdü. Tabi ortamın rahatlığına göre davranan birçok siyasetçi de olması gerekenlerin olmamasından kaynaklı olarak bedel ödemeye başladı.
KCK davasının sürdüğü mahkemelerde hâkimlerin günlerce telefon konuşması okumalarının aslında tesadüfî olmadığını bilmek gerekir. Kimin kiminle neler konuştuğunu kamuoyuna sunma çalışması olarak da görülebilecek olan bu iddianamedeki görüşme notlarının açıklanmasının etik olmamasını bir yana bırakırsak işlerin nasıl döndüğünü anlamak açısından da ders verir nitelikte olduğu açık.
Sürecin tıkanmaya doğru gitmesi üzerine Abdullah Öcalan’ın İmralıdan yaptığı son açıklamalar önemliydi. Hem Devlete hem de PKK’ ye “beni kullanmaya çalışmaktan vazgeçin” deyip “elinizden geleni yapın” diyen Öcalan aslında önemli bir belirleme yapmıştı. Devlete bitirebiliyorsan bitir PKK’ ye de koparabiliyorsan kopar deyip köşesine çekilmişti. Üzerindeki ağırlaştırılmış tecride rağmen bir yıllık bir süreç geçti. Ne devlet ne de PKK istediği sonuca ulaşmış değil. Ulaşılan şey her iki taraf için de acıların tablosundaki sayısal değerleri artırmak olmuştur. Şiddetlenen çatışmalarda daha çok vatan evladı yaşamını yitirmiştir. Sonuç olumluya evirilememiştir.
Bu durumda yapılması gereken bıraktığımız noktaya geri dönüp yanlıştan vazgeçmektir. Süreç aslında bir kez daha Abdullah Öcalan’ın tespitlerini doğrulamıştır. Bu durumda yapılması gereken şey inatlaşmak değil çözüme giden yolda yürümeye çalışmaktır.  Bu konu ile ilgili olarak Yeni Şafak gazetesi yazarlarından Murat Aksoy yazdığı yazısında şu belirlemeyi yapmaktadır; “ PKK'nın Mart 2011'den itibaren yükselttiği şiddet dalgası, hem Kürtlerin destek vermemesi hem de güvenlik güçleri sayesinde başarısız olmuştur. Neyin olmayacağı görülmüştür. Bu başarısızlık, hem PKK içindeki Murat Karayılan'ın başını çektiği grup, hem de İmralı'da bulanan Abdullah Öcalan'ın önünü açmıştır. Bu süreçte Öcalan'ın PKK'nın şahin kanadın üzerinde etkisi sınırlı olabilir. Ama Öcalan, bölgede BDP tabanı üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Öcalan'ın bu aşamada yeniden devreye girmesi Kürt sorunun çözülmesinde Türkiye'nin elini hiç şüphesiz güçlendirecektir. Ama çözüm demokratikleşmenin derinleştirilmesindedir. Bu açıdan Türkiye Silvan öncesine yani Haziran 2011'e dönebilir.”
Aksoy’un bu belirlemesi önemlidir ancak bize göre eksiktir. Eksik olan bölüm ise Şahin kanat olarak belirtilen kesim üzerindeki Öcalan etkisidir. Bugün Kürtler açısından görüşleri dikkate alınan en önemli kişilerin başında Öcalan gelmektedir. Bırakın BDP tabanı üzerinde BDP’ye oy vermeyen Kürtler üzerinde bile büyük bir etkisi var. Bu nedenle Öcalan’ın evet dediği bir projeye Kürt tarafından ister serçe olsun ister Şahin kimsenin yok deme şansı kolay kolay olamaz.
Bu gerçeklik bilinerek stratejik adımlar atılırsa daha güçlü bir ülke ve huzurlu yaşama kavuşmamız da mümkün olabilir. Aksi durumda biz istediğimiz kadar barış diyelim sonuç manzarayı seyretmekten öteye gidemez.