SİYASET KONUŞMALARI (4)
            …VE DİĞER KONULAR.
 
           Her zaman var olan esintisine rağmen İstanbul da bu yaz Anadolu’nun diğer yerleri gibi sıcaktı. Fazlasından bir de de “nem”  tabii. Deniz var kuşkusuz ama ha deyince  deniz soyunup girecek bir imkanı da vermiyor ki insana. Bunun için de önceden yer düşünmek, tek başına tatsız olacağı için birlikte  gidecek eş dost arkadaş bulup bunun için  program yapmak vs. bir sürü hazırlık. Tembel kişilerin de  yapacağı iş değil anlayacağınız.. İş güç ya da bu sebeplerden  Akdeniz kıyılarına,  şuraya buraya kendini atmayan arkadaşlar  için en güzel vakitler hafta sonlarında bir araya gelinerek yaptıkları hoş gevezeliklerdir. Tabii bir araya gelen gruplar kişilik ve düşünce yapısı olarak değişik tandanslarda ama  tanıdık kişilerden olunca söyleşilerin de keyfi ve tadı bir başka oluyor kuşkusuz.
 
                   Bu yazı kaç zamandan beri bu köşede izlemekte olduğunuz “siyaset konuşmaları”nın sonuncusudur. İki aya yaklaşan İstanbul günlerimizde,  bu tür bir araya gelişlerde yapılan sohbetlerde belleğimde bölük börçük de olsa kalan,  az biraz önemli gördüğüm kimi konuları da atlamayayım istedim.
 
                Tüm konuşmaları çok şey bilip gören, bir yığın deneyimden geçen bir insanın sebat ve sessizliğiyle izleyen ve Özgürlük mücadelesinin legal kanadında ilçe yöneticiliği düzeyinde  uzun süre çalışmış, içeri girip çıkmış ancak artık ileri yaşta olan ve şimdilerde bir kahvehane işleten ve fakat halen partili  bir “amca”,   içtenlikli bir anlatımla ve sanki parti adına “özeleştiri” verircesine  yakalarını kurtaramadıkları bir “illet”i dile getiriyordu:
 
                   “Arkadaş ya” diyordu,  “Bir şeye hep illet olmuşumdur; bizde de kolayından hem “paye” hem de “yafta” hesapsızdır;  “kahramanlık” ve “ihanet” kavramları mesela, at başı gidiyor bizde. Bakıyorsun bir iki çıkışla kahraman, fakat emek sahibi biri önemsiz bir yanlışla da hemen ihanetçi olabiliyor. Bu,  bu kadar ucuz mu ya! Bu ikisi de bu kadar kolay olmamalı,  ama gelin görün ki bizde bu iki kavram keskin bir bıçağın her iki yanı gibi, milim kaydın mı tamam, gittin! Çoğu zaman derinlikli bir düşünce yok yani..”
 
                   Fakat BDP/PKK’nin Kürt halkı içerisinde bu denli kök salmasına sebep diye gösterilen hususlara ekleyecekleri de vardı. Amca şöyle sürdürdü konuşmasını:
                   “ Doğrudur, parti tabanı yaratılan değerlere bağlıdır bu tartışılmaz. Fakat gözden kaçırdığınız bir husus da var. O da şu: Kürtler seçilen vekil ve temsilcilerine,  kimi eksiklik ve hatalarına rağmen aşırı derecede “güven” duyuyor. Neden? Çünkü görüyoruz, büyüğünden küçüğüne kadar riskli her türlü eylem ve etkinlikte, erkek olsun, kadın olsun  fark etmez, onlarla kenetli bir biçimde hep en öndeler. Geçmişte, kurşunlarla ölenler, faili meçhule gidenler başımız üstündeler zaten; bu gün bu siyaset içinde işkence, zindan görmemiş bir parti yöneticisini kimse bana gösteremez, yani olsa bile çok nadirdir. Bir de sistem partilerine bakınız. 12 Eylül öncesi sırça köşklerinde oturup  bozkurt, komando ve akıncılarını sokağa salan Milliyet Cephe mimarları olan Türkeş’leri, Demirel’leri, Erbakan’ları da unutmadık. Bir de bu güne, bizimkilere bir bakalım. Bu günBDP’de milletvekili olmak “fedai” ruhlu, “ağır işçi” olmak kadar sırtında yük taşımayı gerektiriyor ve öyledirler de..T.Erdoğan istediği kadar bağırıp çağırsın, on binleri zindanlara tıksın kar etmez, sandıklar yarın açıldığında görecektir. Partinin bu denli kök salmasını ve dolayısıyla meselenin bu boyuta gelmesinde  Kürtlerin temsilcilerine olan “bağlılığı”nın da payı inkar edilemez,  ben bu şekil açıklıyorum.”
 
         Kahveci amca, “..meselenin bu boyuta gelmesi” sözüyle, mücadele  sonucunda elde edilen “siyasi” kazanımları kastediyordu. Bunu bu şekilde, doğru anlayan Hak-Par’lı PKK/BDP ile elde edilen kazanımların “abartılı” olduğu kanısındaydı, bildik kimi ezberleriyle itiraz etti: “ Doğru, otuz yıldır otuz bin insan verdik. Oysa biz 12 Eylül öncesinden  hiçbir silah patlatmadan iki belediye aldık  (D.Bakır ve Ağrı’yı kast ediyor), Roja Welat diye bir gazetemiz otuz bin satıyordu, Ev girîn hêja bû vê şîn ê?” (*) deyince kahveci amcanın da yanıtı bildikti:
 
         “Bak arkadaş, yıllardır tek sermayeniz bu;  K.Burkay’ da her gün bir kanalda bıkmadan usanmadan bunları anlatıyor. Evet, D.Bakır Belediyesi alındı ama işin içerisinde olanlar biliyor ki, o zamanki aday (M.Zana)  halktan popüler bir kişi ve K.Burkay’a rağmen aday olmuştu, ancak seçilme şansı her geçen gün artıyordu. Bir de çekiştikleri DDKD de aday ( Y. Memetoğlu) gösterince,  eliniz mahkûm oldu da sahiplendiniz adamı.. İki belediye alınmış, şimdi bu yüz katına çıkmış ama göremiyorsunuz. Çıkardığınız ve tek sayısı bile on bin satmamış  o gazeteye karşılık şimdilerde sayıları yılları ve  binleri bulan Kürtçe roman, dergi, gazete vs. çıkıyor. Ya Kürtçe yayın yapan televizyonlar ; TC yıllarca bıkıp usanmadan uğraşıp, didinip birini kapatınca yerine,  daha üzerinden 24 saat geçmeden ikisi, üçü birden açılıyor, yalan mı? Bu hangi emek, hangi çabanın ürünü, hiç düşündünüz mü?” Sonra işi kamyon arkası “veciz”  yazılardan biriyle tatlıya bağlayarak konuşmasına son verdi:
  “Nazar etme ne olur, çalış senin de olur..”
 
Konu Ortadoğu, Suriye, savaş ve Kürtler  olunca söz PYD üzerine, oradan  BDP’nin“demokratik özerklik” tezine geldi. Daha önce bir kamu bankasında müfettişlik yapıp emekli olmuş top sakallı arkadaşımız bir tedirginliğini dile getirdi:
“Bu konunun tamamını inceledim, haberdarım desem yalan olur, ancak bazı metinlerde“komün, komünal” gibi kavramlar gözüme çarptı .Günümüz “özerk” bir bölgede “mülkiyet”konusunda hassas olan insanlara  “ürküntü” veren böylesi  bir yapılanma bana iki kutuplu dünyanın soğuk savaş dönemlerini anımsattı. Komünal yaşam ve benzeri kavramların Kürt toplumunda karşılık bulacağını pek sanmıyorum. Zaman zaman aklıma, yoksa ‘Ortadoğu’da yeni bir Küba mı?’ sorusunu getirmiyor değil.  İnanmıyorum ama öyleyse eğer, bence  bu proje kapitalist dünyadan önce Kürtlerin günlük yaşam duvarına çarpar ..”  
 
          Türkiye’de “iç savaş” olasılık ve koşulları da konuşuldu elbet. Ancak bu gün için bunun objektif ve subjektif koşullarının olmadığı, Ortadoğu’da muhtemel bir alt-üst oluş, yani  bölgesel bir savaş sırasında Türk be Kürtlerde hızlanacak “ruhsal kopuş” sonunda  ancak böyle bir ihtimalden söz edilebileceği, metropollere yerleşen Kürtlerin de  ancak o şekil bir tehlike karşısında memleketlerine “dönüş” yapabilecekleri, böyle bir durumda kurunun yanında yaşın  da yanabileceği anımsatılarak örneğin,  halen diğerleri gibi  metropollerde iş tutan binlerce “korucu” aile gençlerinin de sırf Kürt olmaları nedeniyle  benzer tehditlerle karşılaşabilecekleri meseleleri üzerinde konuşuldu, tartışıldı.
 
          Evet, "İstanbul'da siyaset konuşmaları"nın sonuna geldik.
 
          Ömrümüz vefa ederse on iki ay sonraki bu günlere yine bakacağız. Ülke sorunlarına duyarlı İstanbul Kürtlerinin dertleri, gündemi aynı mı, değişmiş midir, gidip göreceğiz.
________________ 
(*) Ev şîn hêja bû vê girîn ê? (Kürtçe): Bu yas bu ağlamaya değer miydi?