Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından daha önce çözüm süreci kapsamındaki beklentiler çerçevesinde açıklanan demokratikleşme paketi nihayet Meclis Genel kurulunda kabul edildi. Bu paketin kabulü ile ayrımcılık ve nefret suçlarının cezalandırılması karara bağlanırken siyasi partilere hazine yardımında uygulanan baraj oranı düşürüldü ve Türkçe dışındaki dillerde propaganda yapılması da serbest bırakıldı.
Demokratikleşme paketinde siyasal yaşama katılmayı engelleyen yasa maddelerinin son anda AKP tarafından verilen önerge ile değiştirilmemesi ise iyi niyetten yoksun bir çaba olarak değerlendirilebilir. Çünkü insanlar haklı ya da haksız bir şekilde bir ceza almışlar ise ve bu cezalarını çekmiş iseler siyasi partilere üye olmalarından da bir sakınca olmaması gerekir. Bu engelleme kişinin ayrıca cezalandırılması anlamına gelmektedir.
Bizim bu yazıda üzerinde duracağımız konu ise Dil ve Devlet meselesi olacak. Çünkü son düzenleme ve daha önce yapılan seçmeli ders düzenlemeleri ile ülkemizde konuşulan dillerin eğitim dili olarak kullanılması konusunda oldukça etkin tartışmalar yaşanmakta. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Kürt kökenli yurttaşlarımız Kürtçe’nin ana dil statüsü ile eğitim ve öğretim alanında kullanılmasını istiyorlar. Bu isteklerinin de devlet tarafından gerçekleştirilmesi talebinde bulunuyorlar. Yıllarca süren mücadele sonucunda geldiğimiz aşama Kürtçenin birkaç üniversite bünyesinde kurulan enstitüler aracılığı ile işlenip değerlendirilmesi, orta öğretimlerde ise seçmeli ders olarak okutulmasından ibaret.
Harf yasağının kaldırılmasına ve Kürtçe isimlerin serbest bırakıldığının açıklanmasına rağmen halen nüfus müdürlüklerince kaydedilmeyen çocuk isimlerinin bulunduğunu da hatırlatalım. Örneğin silahlı saldırı sonucu Diyarbakır’da öldürülen Musa Anter’in oğlu olan Dicle Anter kızına verdiği “Asiwa” ismini kaydettirememekten şikâyetçi.
Görüntü ve yasal düzenleme itibariyle geldiğimiz aşama Kürtçenin seçmeli ders olarak okutulmasında, Enstitülerde okutulan dil olarak değerlendirilmesinde, köy veya yerleşim yerlerinin Kürtçe isimlerle anılmasında ve özel okullarda bakanlar kurulu kararıyla Kürtçe eğitim verilmesi konularında sıkıntıların ortadan kaldırılmaya çalışıldığı belirtilebilir. Ancak bu adımların, hak temelinde yerine getirilmesi gerektiği taleplerini karşılamadığı eleştirileri de yürürlükte bulunuyor.
Türkiye’de Kürtçenin anadil olarak kabul edilmesi,
Eğitim dili olarak eğitim ve öğretimde kullanılması,
Bu eğitim ve öğretimin devlet tarafından gerçekleştirilmesi
Ve bunların yasal güvenceye bağlanması talepleri bulunmaktadır.
Buna karşılık Devletin bu adımları atması durumunda bölünme sendromu devam etmektedir. Bu açık bir şekilde yetkililer tarafından dillendirilmese de muhalefet başta olmak üzere birçok kesim tarafından dile getiriliyor.
Hal böyle olunca dil ile devlet meselesinde bir koruma ve kollama çelişkisi ortaya çıkmaktadır. Birileri Dili korumaya çalışırken diğer kesim Devleti koruma adına dilin önündeki engelleri muhafaza etmeye çalışıyor. Oysa dil ile devlet birbilerini yok edecek unsurlar değil ve bu korkuyu ortadan kaldırmak gerekiyor. Ne dili savununlar bu sayede devleti bölme veya tahrip etme hakkına sahipler ne de devleti koruma adına birilerinin bir ana dili yasaklama veya gelişimini engelleme hakkı bulunmaktadır.
Sonuç olarak dil, devlet sistemi içerisinde devleti zaafa uğratacak bir unsur değil tam aksine birlik ve beraberliğini yükselten bir unsur olarak görülmeli ve bizzat devlet tarafından kollanıp korunmalıdır. Var olan bir dili geliştirip yaymak da devletin görevi olarak kabul edilmelidir. Birçok Avrupa ülkesinde aynı durumun varlığın zaten bilinmektedir. Öte yandan bir ana dili devlete karşı çıkma anlamında kullanılamayacağının bu meselenin bir kültür meselesi olduğunu da hatırdan çıkarmamak gerekir. Dil ile Devleti karşı karşıya getirmektense uzlaştırıp barıştırmak daha doğru bir tercih olacaktır. Devlete karşı çıkarak bir dili korumanın da bir dili yasaklayarak yok etmenin de kolay olmadığını bilmemiz gerekiyor.