İki sebepten orta mektebe üç yıl gecikmeyle başladım. Birincisi, ilk okulu bitirdiğim yıllarda Kozluk’ta henüz ortaokul yoktu ( Siirt’in ilçelerinden sadece Batman, Beşiri, Kurtalan ve Şırnak’ta vardı). İkincisi neden de, rahmetli hacı babamın ısrarıydı; ille de dîni eğitim yapmamı istiyordu. Kozluk’taki Xıdırbeg Medresesine verdi beni. Üç yıl devam ettim. Fakat üçüncü yılın sonunda bir baba dostumun sayesinde soluğu Batman Site Ortaokulunda aldım.

               Öğrenimim boyunca yaş bakımından sınıfdaşlarımdan hep öndeydim.Siirt lisesinden sonra Siyasal Bilgiler’e yazıldığımda da bu böyleydi. Birkaç yıl önce yitirdiğimiz Batman Eski Belediye başkanlarından Şahabettin Bağdu ve yine geçen yıl kaybettiğim Patnos’lu Zeki (Kılıç) Baba ile daha Mülkiye’nin ilk yıllarında tanışmıştım. İkisi de diğer arkadaşları gibi darbeci okul komutanları olan Albay Talat Aydemir’in kurbanı  eski “Harbiyeli” lerden idiler. Bu arada onları saygı ve rahmetle anmış olayım. Talat  Albayı ipe götüren başarısız darbe girişimiyle birlikte Kara Harp Okulundan atılan bin 500 yüz öğrenciyi  İsmet Paşa affedince, diğerleri gibi bu iki ağabeyim de istedikleri fakülteye (SBF’ye) yazılmışlardı. Ben Fakülteye başlayınca onlar Mülkiye son sınıftaydılar. Dedim ya, ikisi de “abi” olmalarına rağmen yanlarında yine de “tıfıl” sayılmazdım gecikmişliğim nedeniyle. Üstelik ikisi de “Kürt” olunca ikisiyle de kısa zamanda kaynaşmıştık.

                            Siyasal’ın yurdu şimdiki gibi Yurtlar Kurumuna bağlı değildi o zaman. Salt SBF öğrencilerine aitti. Çok donanımlı,tek bina ayrı bölüm kız erkek karışık,  lüks bir yurttu. Ancak kontenjanı sınırlıydı. İlk başlarda, bir süre Bahçelievler’deki Siirt Yurdunda kaldım, ne ki, Cebeci’ye bir hayli uzaktı. Okulda çok saygın ve popüler olan bu iki ağabeyimin sayesinde SBF yurduna alınmam çok zor olmadı. İki yıla yakın kaldım orada.

                            Keyifli olduğu kadar siyaseten adrenalini çok yüksek iki yıl. Çatışmalı bir dönem. Bir seferinde yurdu basan polise karşı Dev-Genç’in her kat’ta gösterdiği direnişi destekleyen yaşlı Dekanımız prof. Cahit Talas’ın bile kafası kırılmıştı.   

                               Yaman bir okuldu o sıralar SBF!

                            Örneğin, hemen bitişiğinde on binlerce öğrencisiyle “Ankara Hukuk”a göre  küçük bir fakülte ve yurt olarak SBF,  altmışlı yılların sonu ve 70’li yılların başında Türkiye devrimci öğrenci hareketinin odağı ve yönlendiricisi konumundaydı.

                            Önce FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) sonra dönüştüğü Dev-Genç.

                             Mahir Çayan, Yusuf Küpeli, Cengiz Çandar, Oktay Etiman, Hüseyin Cevahir, Kamil Dede, Oral Çalışlar vb. aktörlerin bir arada olduğu yıllar..

                            Sadece Ankara’nın değil, tüm Türkiye sol öğrenci hareketinin merkezi konumuna gelince SBF ve SBF yurdu, ülkenin her her yanından gelen öğrenci gençlik liderlerinin uğrak yeri ya da doğal barınakları gibiydi. Boykotsuz, işgalsiz bir hafta, yürüyüş, seminer, panelsiz gün yoktu o vakitlerde.

                              O sıra Kürt öğrencileri olarak bizler Dev-Genç dışındaki TİP (Aren-Boran’ın Türkiye İşçi Partisi) ve daha çok  DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocağı)’da örgütlüydük. Buna rağmen SBF öğrencisi olarak dışarıdan yurda gelen ve değişik görüşte olan bir sürü sol figürlerle de karşılaşıyor ve tanışıyor, tartışıyor, dostluk kuruyorduk..

                            Deniz Gezmişle o günlerin birinde karşılaştık..

                            Mustafa İlker Gürkan (Hala Muğla Baro Başkanı mı bilmiyorum) tanıştırmıştı.

                            Mustafa Gürkan İstanbul Hukuk’luydu.  Yurtta, kaç zamandır 507 nolu odada benimle kalıyordu. Benden başka aynı odada Dev-Genç’in aktiflerinden Zafer Kutlu ve Sami Kurt (Kızıldere’de düşen Siirt’li hemşerim) de vardı. Sanıyorum Mustafa onların konuğuydu. Ancak İstanbul’lu oda arkadaşımla kısa zamanda sıcak bir dostluk kurduk. Bir sabah kalktığımda, “Gel seni bir arkadaşla tanıştırayım” dedi. Beraber doğruca Che’nin kocaman resminin duvarına nakşedilmiş olan yurdun kantinine indik. Deniz ve ismini hatırlayamadığım bir arkadaşı oturuyorlardı. Mustafa’yı görür görmez beni kastederek,“Sende olmadığını biliyorum ama bari bu arkadaşta da mı yok, bir harman cigarası?

                            Kocaman kavuniçi paketlerdeki Yeni Harman o zamanın en gözde sigarasıydı. En kalitesizinden üretilen o zamanın “Bitlis” paketini tuttum ona ama, “Durun hele sabah sabah bununla başlamayalım.” dedi ve hep birlikte gülerek tanıştık.. Okuldan uzaklaştırılmıştı o sıra. Kaç zamandır Ankaradaydı ama daha çok ODTÜ’nün yurdunda kalıyordu.

                            İstanbul öğrenci olaylarından ve daha çok onun sınıf ve yakın arkadaşı bizim Sason’lu Av. Mehmet Can’ın anlatımından tanıyordum  onu önceden. Sevimli espritüel bir arkadaştı Deniz. O kısa karşılaşmadan bende iz olarak kalan, Kürtlere (o zamanki terminolojiyle Doğu’ya) açlık derecesinde bir ilgi duymakta olduğu duygusuydu.. Deniz Gezmiş’i o çay içimlik kadarki tanışıklıktan sonra bir daha görmedim. Ne yazık ki sonraki karmaşalarda Mustafa ile de bir daha görüşemedik.

                            Deniz’in efsanevi bir şovalye ruha sahip olduğunu o kısa görüşmede değil, herkes gibi ben de kısa bir süre sonra yoldaşlarını kurtarmak için onun birkaç arkadaşıyla Amerikalıları kaçırıp ancak hiç birine bir fiske dahi vurmayıp, uğursuz o “Şarkışla/Gemerek yolu” sonrası tutukluk halleri ve en önemlisi “ip”e giderkenki yiğit duruşundan öğrendim. O ünlü parkasıyla kendisiyle alay eden dönemin İç İşleri Bakanının gözlerinin içine bakarak, “Sen Demirel’in neferisin, ben ise THKO’nun!..” deyişi.

                            “Yaşasın Türk ve Kürt halkının kardeşliği!” diyerek altındaki sandalyayı tekmelemesinin üzerinden tam 4o yıl geçti.

                            O hala dün gibi yüz binlerce gencin “idol”u hala. Buna karşılık yakalandığında,  sırf onu aşağılamak için ayağına getirten o günkü İç İşleri Bakanının ismini içinizden kaç kişi hatırlayabiliyor, üçüncü dereceden akrabaları bile unutmuş belki..

                            Hikayesi hakkında onlarca kitap, onun yaşamını irdeleyen, kişiliğini analiz eden binlerce sayfa yazılar yazıldı, hala yazılıyor. Onun yiğitliğine sevdalı ne şairler döktürdü. Ama ilk örnek aklımdan çıkmayan son dört satırı ile Can Yücel’dir bence, nasıl demişti “Mare Nostro”da:

                            …En sekmez lüverin namlusundan fırlayan

                                      En hızlısıydı hepimizin

                                      En önce göğüsledi ipi

                                      Acıyorsam sana anam avradım olsun

                                      Ama aşk olsun sana çocuk,  aşk olsun.