Tanımlamak ne zordur bazen kendimizi. Bir gün sorarsa biri bize, kimsin, nasıl birisin ve nedir hayatının amacı. Durursunuz ve kalakalırsınız bir an. Nasıl başlasam, kendimle ilgili neyi anlatsam ve nasıl anlatsam, ben beni anlattığında ne kadar samimi ve içten olsam diye.

       Arayışlarımız, hak edişlerimiz, ayrılıklarımız, sevgilerimiz, aşklarımız, hayallerimiz, umutlarımız,sevinçlerimiz, üzüntülerimiz, mazimiz ve geleceğimiz hepsi ama hepsi bizden hesap sorar bu tanımlamada. Kaza iren bunlardan biri unutulsa, yada es geçilse vay halimize! Hayatımızın birer parçası olan ve her biri bizim ayrı bir yönümüzü tanımlayan bu kavramlar, iyi bir tanımda doğal olarak yer almak ister.

       Bu nedenle hayatımızın koridorlarında yürürken, tanımlama deyip geçmemek, iyi bir tarifin aslında kişiliğimizi ortaya koyan son intiba olduğunu da hatırlamak lazım.

       Varolduğu günden bu yana sürekli içinde yaşadığı dünyayı ve evreni tanımaya ve anlamaya çalışan insanoğlu, buna rağmen yine en az tanıdığı ve tanıyabildiği varlık ta  kendisi olmuştur.( İstisnalar var tabii ama biliyorsunuz onlar içinde “kaideyi bozmaz” diye bir sınırlama getirilmiş maalesef.)

      Kısa az ve öz anlatacaksınız, fakat  onca bir yaşamı buna nasıl sığdıracaksınız? işin bir de bu boyutu var. Yani anlayacağınız sormak kadar kolay olmuyor cevaplar.

       Kendini tanımak başlı başına bir sanattır, üstelik zor bir sanat. Kişiliğimizi geliştirmek  zaman ister, özveri ve emek ister, eğitim ister.

       Bir de kendiyle ilgili söyleyecek hiçbir şeyi olmayanlar var. Evren denen bu mekanda kendini tanımaya vakit ayırmamış, hiç bir zahmette bulunmamış olanlar içinse böyle bir soru tam anlamıyla  kabus olur.

       Oysa sorun onlara, Ahmet, Mehmet yada Ayşe’yi (Haa! bu arada, örneklemelerde genellikle ilk akla gelen isimler neden bunlar olur bilemiyorum.) iğneden ipliğe anlatacak ne çok şeyleri vardır. Başkalarını tanımlama şekli her zaman daha çok ilgilerini çekmiştir. (Acımazsıca yapılan bu söylemlere tanımlama denirse tabii.)

       Her insanın bir filtresi olmalı öğrenmeli ve süzebilmeli. Her duyumun adı bilgi olmamalı.    

       Kim için bilgi, nasıl bir bilgi, neye yararı olacak bir bilgi diye düşünmeden beynimize depoladığımız her laf  angarya olmaktan öteye gitmez.

       Yeri gelmişken  kısadan bir hisseyi sizlerle paylaşmak istiyorum.

       Bir gün, ünlü düşünür Sokrates’e rastlayan bir tanıdığı ona arkadaşı hakkında bir haber vermek ister ve bakın aralarında nasıl bir diyalog geçer.

       “Üstat arkadaşınla ilgili ne duyduğumu biliyor musun? diye başlar.

        Bir dakika bekle,” diye cevap verir Sokrates

       “Bana bir şey söylemeden evvel senin küçük bir testten geçmeni istiyorum. Buna 3’lü filtre testi deniyor. Arkadaşım hakkında konuşmaya başlamadan önce, bir süre durup; söyleyeceğini gözden geçirmek iyi bir fikir olabilir. üçlü filtre testi dememin nedeni bu.

       Birinci filtre; Gerçeklik fitlersi, bana  birazdan söyleyeceğin şeyin tam anlamıyla gerçek olduğundan emin misin?

       Hayır aslında bunu sadece duydum

       Tamam,” der Sokrates;

       “ O halde sen bunun gerçek olup olmadığını bilmiyorsun.

       Şimdi 2’ci filtreyi deneyelim; iyilik filtresi, yani arkadaşım hakkında bana söyleyeceğin şey iyi bir şey mi?

       Hayır tam tersi

       Öyleyse” diye devam eder Sokrates; “arkadaşım hakkında bana  kötü bir şey söylemek istiyorsun  ve gerçek olduğundan emin değilsin, fakat yine de testi geçebilirsin; çünkü geriye bir filtre daha kaldı: yararlılık filtresi; bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin yararlı bir şey mı?”

       “ Hayır,” diyen adama Sokrates’ in cevabı ise bakın ne olur. 

       “ Eğer bana söyleyeceğin şey gerçek değilse, iyi değilse ve işe yarar bir şey değilse bana niye söylüyorsun ki?…”

       Peki bizim öğrendiklerimiz işimize ne kadar yarıyor dersiniz?..