İlk, orta ve liseyi bitirinceye kadar annemle, Dicle Nehri’nin öbür yakasında bulunan bahçeli köyümüze giderdim. Orada dedemden kalma sulu bahçe ve susuz arazilerimiz vardı. Aslında dedem 1942 kıtlığında Adana’ya göç etmiş, orada iki yıl kaldıktan sonra geri gelmiş, ancak kendi köyüne değil, Beşiri'nin bir köyüne yerleşmiş, uzun yıllar orada kalıp vefat etmişti. Sonra o geniş aile bir daha dedemin köyüne dönmemişti. Ancak köyümüzle, bahçelerimizle asla irtibatımız kopmamıştır.

Mevsim sonbahar ve kış hatta ilkbaharın bir kısmında bile Dicle, kayıkla geçilir, yazın ise su belirli yerlerde inceleşir, yayan geçilirdi. Erkekler, elbiselerini kavuk yapar, başına bağlar, ayakkabılarını eline alır, külotla geçer, kadınlar ise entarilerinin uç kısmını bele dolar öyle geçerdi.

Dicle’nin kıyısında Sara Teyze ve Ali Amca’nın geniş evleri olan şirketin lojmanı vardı. Misafirperver, gözü, gönlü açık olan bu ailenin sofrası yerden kalkmazdı. Aşiret köylerinden gelip sebze ve meyvelerini Elih (Batman), Qubin (Beşiri) ve MeyafarQin (Silvan)’ın köylerine götürüp tahılla takas eden köylülerin bir kısmı eşek ve katırlarını oradaki demir direklere bağlar, dönüşte de oradan teslim alırdı. Eğer geç olduysa orada misafir bile kalırlardı.

Şikeftan (Suçeken) köyünden Raman Dağı’na çocukluğumuzda belki yüzer defa sincap gibi çıkmış inmişiz. Ancak şu anda bakıldığında herhalde bize yüklü para da verilse o dağa çıkma cesaretini gösteremeyiz.

Aşiretin köyleri, sonbahar ve kışta sessiz, sakin iken yaz mevsiminde süslü bir gelin gibi olurdu.

Evlerin damında yatılır, köyde cıvıl cıvıl çoluk çocuk kaynardı. Her haneye komşu şehir ve kasabalardan misafir gelir, bu misafirler en az iki ay sebze ve meyve bitinceye kadar kalırdı. Tabi bu misafirler, yabancı değil, evin kızları, oğulları, damatları, gelinleri ve çocuklarıydı.

Onlar da hediyesiz gelmezdi. Çay şekeri, çay, sigara, kadınlara entari, tülbent, sabun vs. şeylerdi. Herkes paylaşmayı bilirdi.

Rahatsızlık ne kelime.

Köyde kalanlar, çok zengin değillerdi.

Çok evde arpa ve buğday ekmekleri ayrı ayrı bulunurdu.

Ancak gönülleri, gözleri toktu. Misafirine gözü kıpmadan oğlağı, tavuğu, horozu hatta koçu bile keserlerdi.

Egoistlik, bencillik kimsenin evinin kıyısından bile geçmezdi.

Kayınbiraderim anlattı;

“Köyde, üç beş gün misafirimiz gelmedi. Akşam yemek sofraya konulurken babam, üzgün üzgün etrafına bakındı. Elinde kaşık durdu. Bana, ‘Oğlum hele dışarı çık, bak aşağı yoldan geçen yok mu? Kimi bulsan çağır’ dedi. Yola baktım. Akrabamız Ahmet amca, önünde odun yüklü eşeğiyle geçiyordu. Onu acil acele çağırdım. Geldi. ‘Ne oldu, hayırdır’ dedi. Babam onu sofraya buyur etti ve şöyle söyledi:

“Hayırdır, hayırdır Ahmet. Yahu misafirsiz bu yemek boğazımızdan geçmiyor. Allah, kimseyi misafirsiz komasın. Kaç günden beri böyle kimsesiz oturuyoruz sofraya” dedi.

Omuzundaki sepeti üzüm, incir dolu olan hanım, rastladığına ikram eder, tandırdan sıcak ekmek taşıyan kadın, önüne çıkan herkese “ekmekten buyurun, yiyin! derdi. Buna “göz hakkı” denirdi.

Bizim aşiret köyleri o zaman böyleydi.

Yumurta, süt, yoğurt, hatta tereyağı bile satılmaz, şehre gidilince bunlar onlara hediye edilirdi...

Fakirlik, yokluk, yoksulluk vardı, yamalı elbise giyilirdi. Ancak insanlık en üst sevideydi. Riyasız sevgi ve samimiyet vardı...

Editör: Yunus Yasak