Rahmetli babam, Raman'da petrolda çalışırken birkaç görevde bulundu. Bir süre kampın santralında vardiyeli olarak çalıştı. Kendisi anlattı;

“Bir sabah erkenden silahlı, cephaneliğe bürünmüş, mavi eşarplı, beyaz zeminde sarı gül bulunan uzun entarili, terden ve heyecandan yüzündeki beyazlığı kırmızı atmış, uzun boylu, albenili bir kız geldi. Pencere kenarında su soğutan küçük bir testim vardı. Heyecanlı bir şekilde içeri girdi. Biraz da irkildim. Testiye uzandı “Amca su «içebilir miyim?” dedi ve testiyi kafasına dikti. O kadar susamıştı ki onu hiçbir kuvvet durduramazdı. Hemen hemen suyu bitirdi. Sonra sandalyeye çöktü ve kendisini tanıttı: ‘Amca, ben K…nun kızıyım, Petrol sahasının bulunduğu ormanda beni zorla kaçırmış, namus davasından yakın bir akrabamı uyurken öldürdüm. Beni Batman’a Reis’e götürür müsün? Teslim olacağım. Rahmetli babam hep derdi ki, dara düşerseniz ‘Rama Aşireti'nin reisine başvurun, Ben de onun eliyle teslim olmak istiyorum” dedi.

Babam, nöbeti bitince işçi servisiyle Batman’a Belediye’ye götürüp Reis’e teslim ediyor. Haber tez zamanda şehirde yayılıyor. Halk çarşının başında bulunan Belediye’nin avlusunda toplanmaya başladı. Biz de öğlen paydosunda ortaokuldan çarşıya yemeğe geldik.

Halk toplanmış, aralarında konuşuyordu. Halk kızın teslim edilmesini istemiyordu. Birazdan Cezaevi arabası geldi. Hukukçu Başkan, belediyenin balkonuna çıkıp kısa bir konuşma yaptı:

 “Arkadaşlar, heyecana gerek yok. Kanun ne diyorsa biz ona uymak zorundayız. Kızımız, mahkemede ifadesini verdikten sonra cezaevine gidecektir. Ancak her konuda biz ona yardımcı olacağız. Açıkça bir nefsi müdafaa görülüyor. Cezası kanunda bellidir. Herkes rahat ve sakin olsun,

İşine gücüne gitsin...”

Herkes çekildi, evine, işine gitti. Kız da hapse gitti...

Kısa bir süre sonra: “Nefsi müdafaadan” istifade edilerek hapisten çıktı...

***

İki yıl Cizre ve iki yıl İdil'de çalıştıktan sonra Hasankeyf’e tayinimi istedim, oldu. Allah gönlüme göre vermişti. Çocukluğumdan beri Hasankeyf'e aşık biriyim. Ayrıca köyümüz de buraya bağlıdır. Eğer İstanbul’a tahsil için gitmek olmasaydı, orada emekliliğimi tamamlayıp oturacaktım. Ama o eski, tarih kokan Hasankeyf’i kast ediyorum.

Yazarlık serüvenimin şekillendiği yer Hasankeyf'tir. Kalın bir defterim vardı. Sabahleyin erkenden gelir Köprübaşı'ndaki kahvenin balkonuna oturur, çayımı içer, hikayelerimi o çilekeş, alın teriyle meyvesini, sebzesini, odununu, yoğurdunu uzak köylerden getirip satan insanları seyrederek yazardım. Bakalların, gecesini gündüzüne katıp onlarca kilometre uzaklıktaki dağ köylerinden gelip ürününü satmaya getirip ailece çalışan insanlardan daha fazla kazanmasına kahrolur giderdim... Dicle'nin serinliği, mevsime göre melul, mahzun veya kaba, gür akışını seyrederdim. Ayrıca güneşin Raman Dağı eteklerinden doğuşu, dağın zirvesinden yamaca yansıması ve nehrin kenarındaki cam ve saydam cisimlere aksi, gelir gözüme dolardı. Akşamüstü de aynı noktadan Kale başından koca evinden darılıp hüzünle baba evine giden bir kadına benzeyen güneşin gruba girişini görürdüm. Bu aynı zamanda bir insanın doğuşuna, çocukluk, gençlik ve yaşlılığına benzerdi. Sanki dünyanın ömrünü de analiz ederdi... İnsan bazen hüzne bazen sevince bazen de düşünceye gark olurdu.

Tarihi kadimden asrımıza uzanmış o güzelim, şen ve şirin kasaba, yazarların kaleminde, ressamların fırçasında ve resim çekenlerin kamerasındaydı...

Birçok sanatkar, sessiz sedasız kasabayı ziyaret eder, kendi mesleğini icra ederdi. Kalenin başına çıkar, oradaki mağaraları ve şehir kalıntılarını görür, kuşbakışı Dicle’yi ve karşı yakayı seyrederdi. Zamanın nasıl geçtiğinin farkında bile olmazdı.

Hasankeyf, Batman, Gercüş ve Midyat’ın nefes aldığı akciğeri gibiydi. Eminim ki hiç kimsenin orada ruhu sıkılmazdı. Moral düzgünlüğüyle zikredilen şehirlere göre bu ucuz beldeden alışverişini yapar, mesut ve bahtiyar olarak evine dönerdi...

Editör: Yunus Yasak