7 Haziran 2015 Genel seçimlerine bir aylık bir zaman kaldı. Bu süre içerisinde hem siyasi parti liderlerinin söylem ve çalışmaları hem parti teşkilatlarının çalışmaları hızlanacak. Zaman zaman tabandan tavana doğru bir hareketlenme de yaşamak mümkün. Hatta yapılan konuşmalar ve ortamın gerginliği nedeniyle tahammül sınırlarını zorlayan hareketler de görmek mümkün ancak ve lakin bütün bunlara rağmen bilmemiz gereken temel konular var.
Birincisi bu seçim ile sistemsel bir değişiklik düşünüldüğü artık açık bir şekilde ortaya konuluyor. İktidarın “Yeni Türkiye” çıkışı bunu kast ediyor. Tabi bu “yenilik” karşısında sistemi korumaya yönelik ancak yürütme ve modeli değiştirmeyi amaçlayan diğer partilerin alternatif söylemlerini de dikkate almak gerekiyor.  Başka bir söylemle aslında anayasal düzenin yasal yollarla değiştirilmesine yönelik bir çalışma ve önerme var.
Bunun doğal olduğunu belirtmek gerekiyor. Ancak bu talebin ülke şartlarına uygunluğunun, tabanın beklentilerine cevap olup olmadığının iyi tartışılması gerekiyor. Çünkü bu mesele sadece alınacak oy oranı ve milletvekili sayısı ile ölçülmeyecek kadar bir mutabakat istediğini unutmamak gerekiyor. Yeni bir anayasanın yapılmasını zorunlu kılan bir çalışmadan bahsediyoruz.
Yeni anayasa yapma fikri geçen dönem seçimin ana maddesiydi. Hükümet ilk iş olarak yeni bir anayasa yapacağını belirtmiş ve bu sayede de seçimi kazanmıştı. Ancak oluşturulan anayasa uzlaşma komisyonuna rağmen sadece belli maddelerde uzlaşma sağlanmış lakin sonuca ulaşma
İmkânı yakalanamamıştı. Tarafların birbirlerini suçlama mantığını zaten hepimiz hatırlıyoruz.
İkincisi bu seçimde diğer seçimlerden farklı olarak artık partiler seçim beyannameleri üzerinde tartışma yürüten bir duruma geldiler. Bu yeterli yoğunlukta mı derseniz cevap elbette hayırdır ancak her ne kadar uygulanamayan iddialar olarak değerlendirilse de aynı anda birçok kesimden benzer öneriler geldiğine göre demek ki Türkiye’de başta gelir dağılımı olmak üzere birçok alanda değişiklik ve iyileştirmeler yapmak mümkünmüş. Bunu somut örneğini ise asgari ücret oranlarında görüyoruz. Muhalefet partilerinin hepsi bu oranı 1400-1800TL aralığında gösteriyor ve vaat ediyor. Hükümetin verdiği ise bunun yarısı. Üstelik TOBB Genel kurulunda görüldüğü gibi bu oranın vaat edilmesi karşısında sayın başbakan muhalefeti iş adamlarına şikâyet ederek “bakın sizden alıp fakire verecekler” demeyi ihmal etmiyor.
Üçüncüsü çözüm süreci olarak tanımlanan Kürt meselesi konusudur. Bu mesele ülkenin temel sorunu olan işsizlik ve gelir dağılımı adaletsizliğinden de daha önemli bir meseledir. Çünkü bu mesele çözüme kavuşturulmadan ne işsizliğe bir çare bulmak mümkün, ne de gelir dağılımını düzeltmek mümkün. Üstelik körüklenen milliyetçi duygular nedeniyle vatandaşları bir arada tutmanın da huzuru ve güveni sağlamanın da imkânı kalmıyor. Bu meselenin silah ve güç üstünlüğü ile çözülemediğini, vurarar, öldürerek, tutuklayarak, kaybedilerek, birbirine düşürülerek bitirilmediğini çok iyi biliyoruz. Geçen dönemlerin pratiği bize bunu gösteriyor. Üstelik bu mesele ortada durdukça çağdaş bir demokratik norm ile ülkeyi yönetmenin de imkânı olmuyor ve kendi içimizde eriyerek yok olmaya doğru gidiyoruz. Son iki yıllık dönemde bu alanda silahların susması sayesinde ülkede bir dizi iyi gelişme kaydedildi. Belli konularda anlaşmaya varıldı ve toplumda uzlaşma zemini oluştu.  Üzerinde anlaşılan konular kamuoyuna açıklandı. Yasalar çıkarıldı ve ilkeler belirlendi. Şimdi sıra bu ilkelerin hızlı bir şekilde yaşama geçirilmesine geldi ama seçim gelip çattı. Daha evvel yazdığımız bir yazıda bu konunu seçimlerden sonraya kaldığını hatırlatmıştık. Çünkü böyle durumlarda seçim karmaşası içerisinde bazen bazı adımlar atılamıyor olabilir. Hatta söylemlerde sertleşmelerin yaşanması da olası. Ancak bu asıl meseleye zarar verecek boyuta gelmemelidir. Çözüm süreci seçimlerin tartışma noktası olmaktan acil bir şekilde çıkarılmalıdır. Hele hele böylesi hassas bir konuda devletin ilgili kurumlara sıcak çatışma yaratacak ortamların oluşturulmasından ciddiyetle kaçınmalıdır. Bunu niye belirtiyoruz. Şunun için; seçimlere bir ay kala birçok yerden operasyon haberleri geliyor. Bu durumlar karşısında halkın operasyon bölgelerine gitmesi de başlamış oluyor. Halk çatışma istemediğini alanlara yani silahlı çatışma olasılığı olan bölgelere giderek canını siper ederek ortaya koyuyor. Olası çatışma durumunda sivillerin de yaşamlarını kaybedebileceklerini Ağrı Diyadin olayında gördük.  O halde bu konuya dikkat etmek gerekiyor.
Özetle çözüm süreci ile ilgili olarak kurumsal yapıların siyasilerin ve siyasi liderlerin sözlerine göre değil yasal çerçevede kalarak ülkenin koşullarına ve gereklerine göre hareket etmelerinde fayda bulunmaktadır. Velev ki liderler hata yaptılar bu hatalarına durumun sıcaklığına kanarak katkı sunmamak gerekiyor. Seçim atmosferi ve duygusal konular nedeniyle söylenen söylemleri verilen emirleri iyi bir süzgeçten geçirip yerine getirmek ülke için daha yararlı olabilir. Devletin ilgili kurumları sadece iktidarın değil bütün ülkenin ve bütün yurttaşların kurumları olduklarını asla unutmamalıdırlar. Liderler, siyasi partiler, iktidarlar sürelerini doldurup ayrılırlar. Ama ülkenin kurumsal yapıları sürekli devam ederler. Meşhur “vur dedik öldür demedik” sözünü hatırlatarak yazımızı bitirelim. Her vur denildiğinde vurup öldürmemek gerekiyor. Yapılanları yıkmamak gerekiyor. Liderlerin de duygusal davrabileceklerini, yanlış kararlar verebileceklerini, yanlış yapabileceklerini unutmamak gerekiyor. Velev ki yaptılar o zaman buna uymamak gerekiyor.