Türk, Arap ve Acem coğrafyasının ortasında sürekli bir homurtu halinde ve kalın bir damar gibi duran “Kürdistan”ın, etrafındaki yangından etkilenmemesi mümkün müydü,  bir yanıyla tutuşacaktı elbet.
 
                Arap Baharı ile köhnemiş diktatörler bir bir devrilirken bu güne kadar hiç olmadık derecede politikleşmiş Kürtlerin hadiseyi aval aval seyretmekle yetineceklerine çok az insan inanıyordu zaten.
 
                Hesabına gelmediği için kimi olup bitenleri Türk basını kasıtlı bir biçimde ve istediği kadar üç-beş gün geriden izlesin, sorun değil;  Suriye Kürtlerinin PYD (PKK’nin Suriye versiyonu) öncülüğünde bir-iki gün içerisinde Kobanê, Efrîn gibi dört beş yerleşim merkezinde yönetime el koymasını bazıları şaşkınlıkla karşılamış olsalar da,  gelişmeler,  Ortadoğu’daki ısı basıncını dikkatle izleyenler için hiçte sürpriz olmamıştır.
 
                Biliyorsunuz, “Arap Baharı”yla birlikte İslami hareket öncülüğündeki Suriye “muhalefet”inin kitlesel Cuma yürüyüşlerine gelinceye dek “kanlı diktatör”  Esed, Erdoğan’ın  “kardeşi” idi. Öyle ki geliştirdikleri “birleşik iki devlet” formatındaki muhabbet, gören düşmanları çatlatan cinstendi. Fakat a, aa!.,  bir de ne görelim;  çokta tedrici olmayan bir dönüşle bir de baktık Erdoğan namluyu “kardeşi”ne çevirmemiş mi? Yine de milletteki şaşkınlık fazla uzun sürmedi çünkü Suriye’yi gözden çıkaran Batı ile birlikte  ABD’nin bu iş için düğmeye bastığı çabuk anlaşıldı.. Libya meselesinde son anda trene atlamasına rağmen ve fakat “nal toplamaktan” kurtulmayan Türkiye,  besbelli ki oradan ders almıştı, üstelik bu kez Suriye’deki olup bitenler salt Suriye’nin bir “iç işi” değil, aynı zamanda Türkiye’nin de bir “iç meselesi”ydi. Bu kez elini çabuk tutarak “ağır abi” havalarında inisiyatifte öncülüğe soyundu. Libya olayından farklı olarak meseleye salt “ekonomik bölüşüm ve paylaşım”ın dışında, “Esed sonrası” Suriye’nin alacağı yeni biçimin Türkiye’yi ne kadar ve nasıl etkileyeceği idi.
 
        Tabi,  en önemli kaygısı her zaman olduğu gibi  Kürtler’di. Çünkü değil yanı başındakiler,  dünyanın öbür ucunda, mesela Patagonya’da ya da kutuplarda   bile olsa iki kürdün kıytırık bir-iki satırlık demokratik hak kazanımı zinhar Türkiye’yi ilgilendirirdi.
 
        İki Milyonu aşkın bir Kürt nüfus yaşıyordu Suriye’de ve üstelik yüksek bir politik örgütlülük içerisindeydiler. Türkiye’nin buradaki misyonu,  ne edip edip bunların "en az yararla" çıkmalarını sağlamaktı.  Zaten bir sorun vardı: Yeni kurulan bir devlet gibi istikrarlı ve akılcı bir açılımla gelişen ve  ileride Türkiye’ye nasıl bir sorun çıkaracağı belli olmayan “Irak Kürdistanı”’nın yanına bir de “Suriye Özerk Kürdistan Bölgesi” de eklenirse aldın mı başına bir bela daha!  Her türlü lojistikle Suriye muhalefetinin büyük bir muhabbet ve konukseverlikle karşılanmasının arka planında bu “kaygı” yatıyordu.
 
        Ama korkunun ecele faydası olmadı, olmuyor galiba.
        Politik duyarlılığının doruğunda olan Suriye Kürtlerinin şu son üç dört günlük serhildanlarıyla, “Tamam artık Suriye’deki Kürt meselesi de halloldu” demek istemiyoruz elbet ve biliyoruz; bu hamur daha çok su alacak elbet,  fakat kabul edilmeli ki,  krem tüpten çıktı bir kere, sizce dünya asırları bulan bir süre içerisinde üzerinde yaşadığı topraklarda mülkiyet ve kimlik hakkı bile verilmemiş milyonları bulan bir kitlenin baş kaldırısını görmezlikten mi gelecek? Üstelik Kürtler kendilerini yönetmek üzere idareyi devralırken bunu, ortalığı fazla kırıp dökmeden de yapıyorlar.
 
        Alışılmadık bir halk örgütlülüğünü bahane ederek kendi içindeki binlerce “zavallı”Kürdü tık nefes bir şekilde zindanlara tıkıştırır ve mesela basitinden,  yapmak istedikleri bir mitingi yasaklayarak bastırmayı bir  “zafer”e dönüştürmekte teselli bulan bir vali ve İç İşleri Bakanına sahip olan T.C.,   Suriye Kürtlerinin yaşadığı devrimi nasıl karşılayacak?
 
        Bakalım göreceğiz, yaman merak ediyorum doğrusu..