Bu yazı, bu gazetede bu güne kadar yazdığım (abartısız) binlerce yazımdan sadece bir tanesidir. Ama yine de yazıp yazmamakta tereddüt ettiğim ender yazılarımdan biri...

                   İkircikliydim çünkü bir yanıt/yazı olacaktı bu.

                    Ve doğaldır ki yazılan bir görüş ve düşünceye karşı verilen her yanıt,  az biraz “polemik” bir nüveyi de beraberinde  taşıyacaktı. Oysa hiç hazzetmem, o sebeple bundan kaçınmak istedim. Adetten değildir ama neylersiniz ki nadiren ve bazen köşe komşunuzla da olsa  bunu yaşamaktan kaçamıyorsunuz.

                  Bu şekil yaşadığım ilk vakadır da üstelik. Dolayısıyla da çok üzgünüm.             

                  Daha öncede duyurduğum gibi, son çalışmam (Sêsilê) “Kürtçe” bir romandı. Bir yılı aşkın bir zamandan beri elimdeydi. Bu nedenle “Barışçıl” köşeme seyrek uğramamdan,  okuyuculardan çok,  her nedense kendini bu mesleğin “duayen”i sanan kimi yeniyetme “kalemşör”lerin  eni konu  rahatsızlık duyduklarını görüyorum. Benzer “tembelliğin” gazetenin sahiplerinden birinde de olduğu gibi benden başkaca da bazı “yazar” arkadaşların muhtemelen  kendilerinde var olan sebeplerle  “orta aralıklarla” yazdıkları görülüyor. Onlar adına konuşamam elbet, ben payıma düşen ya da üstüme alındığım kadarına yanıt verebilirim ancak, veriyorum.

            “Nev-i şahsına münhasır” olduğunu zanneden ve fakat saçma sapan bir alfabetikle kendisini “gazeteci” ve her ne anlama geliyorsa yine uyduruk bir literatürle üstelik  aşağılayarak başkasına “G”azeteci” diyen “duayen”imiz, bir kere ve öncelikle  yazdığı gazetenin kuruluş tarihçesinden bihaber olmalı. Neden,  çünkü bu satırların yazarının,   her kuruluş yıldönümlerinde gururla anımsattığı gibi “ÇAĞDAŞ”ın “ isim babası” olduğundan haberdar  ve  en önemlisi,  gazetenin dikkatli bir okuyucusu olsaydı,  on yıllardan beri yazdığı yazılarında defalarca  ama defalarca kendisinin asla  bir “gazeteci” olmadığını, gazeteyi asıl yaratanların “gazetenin mutfağında” çalışanlar olduğunu yine bu yıldönümü yazılarında üstüne basa basa vurguladığını görecekti. Ama bu vesileyle  yüzünün kızaracağı endişesiyle arşive giremeyecekse bu olun bileceği..

            Utanma ya da bilemediğimiz bir başka sebepten kendi ismiyle yazmayıp bir başka rumuzla müsemma yazarımız her zamanki gibi sallamış,  “…15 günde bir, yazı yazarak; ortamda yer etmek ve kendini tanıtmak adına “Gazeteci” olduğunu söyleyenlerle görüyor/ yaşıyoruz. Onlar ne kadar gazeteci olduklarını ifade etseler de aslında “G”azeteci olmaktan öte bir şey olmadıklarını hem iyi okur hem de bu mesleği iyi yapanlar analiz edebiliyor.” 

          Bu satırların neresinden alırsam alayım, “çözümleme” adına göstereceğim her çaba “yazarlık” , “gazetecilik” ve “edebiyat” adına metelik vermediğim sözde bir kaleme paye olur amma ve ne ki,  öyle de olsa dedik ya çaresiz, girdik içine bir kez.

        “Ortamda yer etmek.”

        Üstüne gitsek belki de,  “seni kastetmedim” diyecek. İyi de kardeşim kimi? Açıkça yazmazsan bir safra gibi kustuğun benzer durumda olan herkes üzerine alınabilir, değil mi ama.

        “Ortam” diyorduk.  Şimdi bunu  diyen adama sormak gerek, hangi “ortam?”  Örneğin, şu satırların sahibini en az son beş yıl içerisinde kaç kez o kafanızdaki “ortam”larda gördünüz?

         Tabii, sözde “tarafsız”lık adına “bir nala bir mıha vurarak” her bir yalakalıklarını gizlediklerini sananlar, kimin makam mevkileri ne zamandan beri arkalarında bıraktığını nereden bilecekler..

         Bir de, “kendini tanıtmak adına.”  demez mi?

         Be hey koçum;  orta halli bir yerleşim yeri olsa da sonuçta Batman San Fransisko değil, hani derler ya,  kırk kişiyiz biz ve birbirimizi biliriz zaten.

         Kendi adıma, dinlersen anlatayım sana :  Batman daha ilçe ve kendisi de bir Mülkiyeli olarak bakanlık müfettişi iken  o zamanın en büyük sol partinin kurucu ilçe başkanlığını, belediye başkan adaylığını, milletvekili adaylığını ve ilçe belediye başkanlığını, süreç içerisinde de HEP geleneğinden gelen bölgenin en büyük partisinin genel başkan yardımıcılığını yapmış,  dahası ve bunlardan en önemlisi, bir emek ürünü olarak kitaplarından binlercesinin dolaşımda olan biri,  iyi kötü hala tanınmıyor da “tanınma”yı,  dediği gibi “duayen”imizin hasbelkader gölgesinde on beş günde bir yazdığı yazılara bağlamışsa vay haline adamın! Başka ne denilebilir ki..

         Doğrusu buna neden sinirlendiğimi de anlayamıyorum. Yarası olan gocunsun ya da aslında “herkes dönüp “background”una baksın” demek yeterli bence.

         Tanınmak mış! Şaşkın adam ne dediğini bilmiyor; yıllardan beri aktif politika defterini kapattığımızdan bile haberi yok.  

            Seyrek yazanlardan canı sıkılmış hazretin. Fakat sadece bilemedikleri değil göremedikleri de var : İkinci kitabım olan “Bablekan”ın (Peri Y. 2004) Çağdaşta bir zamanlar bazen her gün, kimi zaman da   günaşırı yazdığım sayısız makalelerin sadece bir kısmından oluştuğunu da..

            Tadından pek hoşlandığı ve çokça ve zevkle ağzında  çiğnediği şu  “G” meselesine dönersek; dediğim gibi,  Çağdaş’la olan hukukum birileri gibi üç-beş günle sınırlı değil ya da öyle tanımlanamaz. Bununla beraber gazetede yazmayı bana ilk hatırlatan ve öneren Arif Arslan’dı:  İlk kitabım Hêvriz Ağacı (İletişim Y.2000) yeni çıkmıştı. Kitap kısa zamanda popüler hale geldi. Okuyup ta en çok etkilenenlerden biri de Arif’ti. Öyle ki, kitabın bir bölümünü  gazetede bile tefrika etti. Yayınevinin müdahalesi sonucunda yayın kaldırıldı.  Benim yazın yaşamım bu ilk kitapla başlamakla kalmadı, fakat Çağdaş’ta “köşe” yazmam da tam da bu sırada Arif’in önerisiyle oldu. Vakıa, daha önceleri kimi dergilerde, gazetelerde bazı makalelerim çıkmıştı ama köşe yazmak benim için bir ilkti. Dediğim gibi iki binli yılların başlarında Çağdaş’ta bazen her gün, kimi zamanlarda da günaşırı yazdım.

       Ben gazeteci değilim. Ben bir yazarım,  ama soruyorsanız gazetde “profesyonel yazar” hiç değilim. Fakat bu işten ekmeğini kazanan arkadaşlara  da saygım var, “duayen” arkadaş belki bilmez ama,  “maddi bir kaygı ya da zorunluluk” anlamında bağlı olmadığım gazetem de zaten benden periyodik olarak yazı yazmamı istemeyecek kadar onunla yıllardır karşılıklı bir anlayış içerisindeyiz. Yine bilmediği bir şey daha var “üstad”ın: Yazılarıma iyice ara verdiğim zamanlarda Arif’in ısrarlı telefonlarından sonra köşe yazdığım da dediğim gibi, yine  bilmediği bir başka husus; inanmıyorsa kendisine bir telefon kadar yakındır gazetenin yöneticisi.  

      Kaldı ki, bu köşede olmasa bile sürekli yazıyorum. “Dağ Kavmi, Kayıt Dışı Bir İsyan”ı (Avesta Y.2009) okuyanlar görmüşlerdir. Bir “dönem” romanı. Her ne kadar kimi duayen ve acar gazeteciler  becerebiliyorlarsa da tarihi bir hadise araştırılmadan

 bir oturuşta yazılamaz ki, bu çalışma en az iki yılımı aldı. Ayrıca, karınca kararınca buranın dışında olanak buldukça başka sitelere de yazıyorum. İlgilenenler biliyorlar zaten, her neyse..

         “Duayen ve acar ” gazetecimizin asıl rahatsızlığı, kanaatime göre seyrek yazmamızdan kaynaklanmıyor olsa gerek; kalemimize duyduğu öfkeye yoruyorum. Epey zamandır benim köşemde tedavülde ya, sevgili Ahmet Altan’ın “Devletin Zehri” ve “Kürtlerden Ne İstiyorsunuz” yazıları içine oturmuş olmalı arkadaşın. Yüreğime tercüman ve her iki yazının ayarında yazamadığım için aldım köşeme. İçine sindiremediği bu olmalı herhalde diye düşünüyorum.

         Evet dostum, muhalifiz, doğal olarak kalemimiz de muhalif.

         Üstelik solucan misali bir o yana bir bu yana değil, düpedüz “taraf”ız da!  

         Zayıf ve güçlünün kavgasında biz hep tarafız, zayıfın yanındayız. Çünkü yeni keşfedilen bir şey midir ki, zayıfla güçlünün kavgasında tarafsız olmanın düpedüz “güçlüden yana” olunduğu!

          Halkım da zayıf olduğu için bu güne kadar hep onun yanında olduk ve bundan sonra da olmaya devam edeceğiz!

         Bilmiyorsan, görmüyorsan, işitmiyorsan bir kez daha söyleyelim ve  kulağını da iyice aç: Resmi ideolojinin “devleti kutsadığını” bu ve bu ülkede milyonlarca insanın da ne yazık ki “kabe” mertebesinde buna iman ettiğini biliyoruz, ama dedik ya biz muhalifiz; devlet-insan ilişkilerinde önceliğimiz “İNSAN”dır, Türk olsun Kürt olsun hiç fark etmez, anladınız mı? Ve değil midir ki zaten, “Ankaralılaşma”nın artık giderek bir “ayıp”a dönüşmektedir.

         Tüm yaşamımız boyunca tek bir insanın burnunu dahi kanatmadık, bir başkasının camını dahi kırmadık. Ne ki, kalemimiz  hep muhalif! Niçin, çünkü ceberut ve bu buyurgan devlete karşı halkımız hep zayıf kalmıştır da ondan!. Bu nedenle de ve ölünceye dek onun yanında olacağız.  Hesap mı,  ayıptır söylemesi, biz bu hesabı belediye başkanıyken doğduğumuz yerin cadde ve sokaklarında gözleri ve elleri bağlı JİTEM’lere götürülürken verdik koçum!.

    Gerekirse yine veririz ama “devletin zehrini” içmeyiz!

    Ölümden öte köy mü var sanki, başkalarını bilmeyiz ama,  üstelik bu dünyada solucan gibi yaşamaktansa!..