Başında, ortasında, sonunda, kürt meselesine dair savaşın hiçbir evresinde barışa ulaşmak hiçbir zaman kolay değildi.
 
               Şimdi mi, şimdi daha da zorlaştı.
 
                Bu satırların yazımından bir gün sonra PKK’nin  eylemsizlik kararının sonuna geliniyor. Umuda dair hiçbir im, işaret yok.
 
                Kolay değildi barışa ulaşmak dedik ya, şu sebepten: Bir kere salt PKK’nin silahlı mücadeleyi başlattığı ilk günden şu saate kadar değil; Türkiye Cumhuriyeti devleti, kuruluşundan bu güne kadar geçerli kimlik olarak “Kürt varlığı”na yasal anlamda bir “meşruluk” kazandırmaktan bucak bucak kaçınmıştır. Bunun altında hep devletin “bekası”nın paramparça olacağı korkusu yatmaktadır. Bilinen tekerlemedir; önce özerklik, ardından eyalet, sonunda da bağımsız devlet istemi..
 
                Hiç kuşkusuz bu az şey değil,  son Türk devleti için “ölümcül” bir paranoya..
 
                T.C. öyle kolayından barışa “evet” demeyecektir. Buna “fiilen belki”,  fakat “resmen hiç bir zaman” demek durumunda kalmasaydım keşke. Ama ne yazık ki günümüz politik açılımında karşılığı bulunan en gerçekçi yanıt budur.
 
                Burada, barış hadisesinde mesele Kürtlerin nicel varlığı ya da nitel örgütlenme düzeyi değildir, PKK’nin 10 bin yerine 50 bin gerillası, BDP’nin aldığı 2 milyon oy yerine 6 milyon bile olsa TC’nin resmi duruşunda yukarıda değindiğimiz temel sebepten ötürü bir değişim yaratmayacaktır. Çünkü buradaki devletin temel tezi Kürtlerin “yok” sayılması üzerine kuruludur. Hal öyle olunca haklıdır da kendileri  açısından, düşündüğü şu: Çünkü su yolunu bulmaya görsün bir kez önünü alamazsın,  mesela şu ara hep istendiği gibi “kürt varlığı” anayasa gibi temel bir belgeye girdi mi kurtuluşu yoktur artık,  “bağımsız devlet kurma ” dahil, yazgılarını belirlemeye ilişkin her bir haklarını teslim etmeleri gerektiğinden kaçınılamayacağının bilincinde olmadığını mı düşünüyorsunuz TC’nin?
 
                Arada bir yumuşayan siyasi iklimi berhava eden hep bu korku bulutlarıdır.
 
                Öyle anlaşılıyor ki, devleti bu korkudan kurtarmanın tek yolu var: Her bir kürt’ten bir “senet” almak; hiçbir zaman ayrı bir devlet kurmayı aklından geçirmeyeceğine dair noter kayıtlı bir senet!
 
                Bunun dışında “güven”i teessüs etmenin bir başka yolu yok gibi.
 
                Fazlaca üzerinde durulmayan referandum öncesi ve sonrası iki olayı anımsatmak istiyoruz. İlki, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun bir söylemi. Hani yarım ağızla sözünü ettiği genel af meselesi vardı ya. Başbakan da anında gürlemişti: “ Bu işte sana su içirtmem, kimin için af istiyorsun, yedi bin şehidim var be!..”
 
        Sahte göz yaşları ve belagatına kanan kimi Kürtler de,  barışın yolunu açar umuduyla “evet” diyerek sandıklara yüklendiler. Ona bir şey dediğimiz yoksa bile, Başbakana var: Diyoruz ki, bu kanı durdurmak için silahların susması gerekmiyor mu, gerekiyor. Hadi asker susturmasın diyelim, peki PKK’nin silahlarını da mı susturmayacaksın?
 
     Ê, nasıl peki?
 
    Hepsini teker teker öldürerek mi?
 
    Yok,  öyle değilse, en azından, “dağdan indirme” nasıl olacak o halde?  Varsayalım ki hiçbir “siyasi” koşulu yok PKK’nin; makul ve onurlu bir “af” olmadan bu insanların “devletin şefkatli kollarına atılacağı”nı mı düşünüyorsun?  Hayır öyle değil de, “af” yoluyla bu işin içinden çıkacağını düşündüğünde “Yedi bin şehit”ini ne yapacaksın o vakit?
 
    Sayın Erdoğan genel affa karşı çıkarken “resmi” devlet tezini dillendiriyor aslında. Çeyrek asrı aşan bir zamandır düşünceleri için eylem yapan ve bu uğurda en az kırk bini toprağa düşen kürt gencinin dağlara çiçek toplamak için çıktığını mı farz etmektedir?
 
     Aslında affa karşı çıkmakla en ucuz yoluyla bile olsa  barışa geçit vermeyeceğini gösteriyor.
 
    Dilimizde tüy bitti ama yine de yineleyelim: Barış silahı elde tutan “taraf”lar arasında olur. İlkel toplumlardan günümüze gelinceye dek bu hep böyledir. İlla ki böyledir, başkaca da bir yolu yok. Ama dünya alem bunu bizim devlete anlatamıyor.
 
    İkincisi, referandumdan hemen sonra gelişen bir başka misal daha: Şu Avrupa’lı “akil adamlar”.
 
     Geldiler, kimi devlet yetkililerinden sonra Diyarbakır’a “kürt tarafı” ile de görüştüler. Basında “kürt tarafı” diye çıkar çıkmaz TC hariciyesi neler oluyor diye hemen ayaklandı, Nato’nun Yugoslavya hadisesine  benzer bir görüntü mü veriliyor yoksa iç ve dış kamuoyuna, ne?
 
    Diyarbakır dönüşünde Başbakan heyeti mosmor bir yüzle karşıladı. Görüşme sonunda Heyetin başındaki Finlandiya cumhurbaşkanı Ahtisaari’nin ağzından çıkan ilk söz, “ (zinhar) yanlış anlaşılmasın biz her hangi bir arabuluculuk için gelmiş değiliz.” oldu. Kapalı kapılar ardında kendilerine “dikte” ettirildiği kesindi.
 
    Yani kısaca, adamların barışa dair hayırlı bir iş için geldiklerini söylemelerine izin vermediler.
 
     Neden?
 
    Çünkü heyetin “arabuluculuk” misyonunu kabul ettikleri anda PKK/BDP tarafını da resmen “taraf” kabul etmeleri gerekecekti ki, bu da dolaylı bir biçimde Kürtlerin “resmen” kabulü demek olacaktı ki, eyvah işte o zaman çok şeyin sonu olabilirdi (!) TC için.
 
    ***  ***  ***
 
     
 
     MEYMÛNİYÊ  VE PEYANİS
 
    O gün,  Batman’daki motorlu araçların yarısı Meymûniyê’ye akmıştı. Sarı sıcak bir gündü. On binlerce insan menfur bir mayın patlaması sonucunda ölen sevgili dostlarının son yolculuğunda bir aradaydılar.
 
    Mezar başında, mezar suskunluğundaki bir kitle.
 
    Oradaydım.
 
    Terqîni okuyan hocanın sesi dışında, bir yaprak düşse, sinek uçsa duyulacaktı. Nefesini tutmuş gibiydi insanlar. Bir birlerinin gözbebeklerinin içinden kafasındaki sorulara cevap arıyorlardı.
 
    Sevilen dört yurtsever ölmüştü.
 
    Bir başka zamanda ve benzer bir cenaze töreninde yer yerinden oynardı. Sayısız kez tanıktık buna.
 
    Ama ölüm sessizliğindeydi insanlar..
 
    İçlerinden, kafalarından geçenlere inanamıyorlardı. PKK’nin işi olsa bile bunlara yönelik olmadığı, olamadığı düşüncesindeydiler.
 
    Herkes içlerinde oluşan kuşku yumrusuyla evlerine döndü.
 
    Ama Peyanis olayı öyle mi ki..
 
    Meymûniye’dekinin tam aksine kitle “kıyam” halindeydi.
 
    Devletin, barış karşıtı medyanın tüm çarpıtma ve şaşırtmalarına karşın, kitle ilk andan itibaren vakıftı hadiseye. Kimin yaptığından en küçük bir kuşkuları yoktu.
 
    Değil midir ki, aynı basın, “BDP’nin MİT’i halktır” diyordu.