Türkiye gelişmekte olan bir ülke.784 bin kilometrekarelik yüzölçümü ve 74 milyon nüfusu ile bölgesinin demokrasi ile idaresini gerçekleştirmeye çalışan demokratik ve laik bir yönetime sahip halkının çoğunluğu Müslüman olan bölge ülkelerinden biri.

Jeostratejik konumu, demografik yapısı ve geçmişten gelen uygulamaları nedeniyle de çevresi tarafından hem tehdit olarak hem de rakip olarak görülen bir ülke.

Bu nedenle karıştırılmaya müsait bir yapıya sahip. Kürtlerin konumu, Alevilerin durumu, Müslümanların rejimle ilgili problemleri, laiklerin çoğunluğun yönlendirilmelerine yönelik kaygıları, gelir adaletsizlikleri gibi nedenler de ortamın karıştırılması için kullanılabilecek konular. Bütün bunlar bilinen ve kabul gören gerçekler.

Türkiye bu sorunlarını bugüne kadar neredeyse on yılda bir yaptığı askeri darbelerle bütün özgürlükleri ortadan kaldırarak ötelemeye çalıştı. Lakin 1980 darbesinden bu yana askeri darbe yapılmadı. Bu tarihten sonra ise ülkede siyaseten yapılması gereken hak alma ve özgürlükleri geliştirme biçimine askeri ya da silahlı mücadele de eklendi. Kürtler uygulanan baskılar karşısında başka yol kalmadı diyerek 1984 tarihinde silahlı mücadele başlattılar. Elbette PKK öncülüğünde…

Bu hamle veya taktik Türkiye cumhuriyeti devleti tarafından ciddiye alınmadı ve “üç beş çapulcu” girişimi olarak değerlendirildi. Ardından meydana gelen gelişmeler gösterdi ki aslında durum öyle değil ve değerlendirme yanlış.

Turgut Özal döneminde mesele biraz irdelenmek istendiyse de yöntem askeri mantığın ötesine geçemedi. Bu dönemde belirgin olarak kalıcı hale getirilen uygulama askeri yöntemlere ek olarak çıkarılan köy koruculuğu sistemidir. Sonuç olarak bölgedeki 35 ilde uygulanan her ne kadar ismi köy koruculuğu sistemi olsa da aslında kırsal kesimlerdeki köylü vatandaşları maaş aldı altında kontrol altında tutmak ve PKK ile mücadelede kullanmak amacı ile oluşturulan silahlı bir güç oluşturuldu. Zaman zaman sayıları 100 binin üzerine çıkan bu silahlı güç şimdilerde gönüllüler de dâhil olmak üzere 60 binin üzerinde bir silahlı gücü temsil ediyor.

Ancak Turgut Özal’ın yumuşak geçiş modeli çok yavaş işledi ve sertlik yanlıları tarafından devre dışı bırakıldı. Bu arada bölgedeki silahlı çatışmaların da hızla arttığını hatırlatmak gerekiyor. 1990’lı yıllara gelindiğinde durumun artık “üç beş çapulcu” meselesi olmadığı anlaşıldı. Bu nedenle de farklı adımların atılması gerektiği kabul edildi. Kürtlerin ayrı siyasi parti çatısı altında toplanması ile durum legal siyasi alana taşınmış oldu. HEP’in kuruluş süreci zaten biliniyor. Merhum cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in “Kürt realitesini tanıyoruz” sözü bu alanın dönüm noktalarından birisi olarak kabul edilir.

Ancak 1991 seçimlerinden sonra SHP-DYP koalisyonu ve ardından yaşananlarda ders niteliğindedir. Milletvekili yemin töreninde meclis kürsüsünde söylenen Kürtçe bir cümle bile mecliste saldırıların meydana gelmesine neden olmuştu ardından devlet Hatip Dicle ve Leyla zana dâhil Kürt milletvekillerini cezaevine yolladı.

 Peki, bu sorunu bitirdi mi?

 Elbette bitirmedi çünkü bakış açısı; sorunu bitirmeye yönelik, çözmeye yönelik değil sorunu dillendirmeye çalışanları bertaraf etmeye yönelikti.

Adalet ve Kalkınma Partisinin kurulması ve ardından yapılan seçimlerde iktidara gelmesi ile Türkiye’de bir değişim havası oluştu. Bir şiir okudu diye içeri atılan Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında kurulan ve iktidara gelen bir parti söz konusuydu. Bu parti aynı zamanda muhafazakâr İslamcıları da temsil eden bir partiydi ve doğal olarak mazlum bir yapıdan geldikleri için bir takım değişiklikleri yapmaları, daha adil ve gerçekçi davranmaları beklentileri vardı. İlk zamanlarda öyle de oldu. Ardından yapılan seçimlerde başta Kürtler olmak üzere büyük bir kesimden %49’lara varan sandık desteği aldılar.

Bu durumda bu hükümetin Türkiyenin temel sorunlarını çözmesi artık mümkündü. Biraz cesaret, biraz adalet meseleyi çözüm yoluna sokabilirdi. Bunun için çabalar da gösterildi. Doğru muhataplık bulundu. Bağlantılar sağlandı. Uluslararası örnekler değerlendirildi. Akil adamlarla mesele Türkiye genelindeki insanlara aktarılmaya çalışıldı ve sonuçta Dolmabahçe sarayında kabul edilen bir mutabakatla meselenin siyasi adımlarla çözümü noktasına gelindi.

 Dolmabahçede açıklanan 10 başlık altında sorunların çözümü sağlanacaktı ancak ne hikmet ise bu maddelerin açıklanmasından sonra Cumhurbaşkanı böyle bir konudan haberdar olmadığını ve bu anlaşmaya tanımadığını açıkladı!

İşte meselenin asıl kırılma noktası bu açıklamadır. Ne olduysa şimdilik bilmiyoruz ama bu mutabakattan sonra cumhurbaşkanının mutabakatı tanımaması ile oldu.

Silahlı unsurlar çekilmedi, çekildi, az çekildi çok çekildi gibi konular bahane. Görüştürmediler, direkt görüşemiyoruz meselesi falan da bunlara karşılık oluşturulan bahaneler. Asıl mesele ve kopuş ceylanpınardaki mesele olarak görünse de asıl mesele mutabakatın tanınmaması gerçeğinin altındaki sebeplerdir.

Ardından 7 Haziran seçimleri oldu ve HDP’nin karşı çıkması ile cumhurbaşkanının önündeki başkanlık meselesi istenildiği gibi sonuçlanmayınca konu legal siyasette de kan davasına döndü. Bundan sonraki hiçbir adım artık normal yürümedi. Silahlar çekildi ve çatışmalar tekrar başladı. Şimdi hem siyasi alanda hem askeri alanda çarpışmalar var legal alanda AKP- HDP savaşı askeri alanda PKK- Türk silahlı kuvvetleri çatışıyor. Çatışmalar artık dağ başlarında falan değil. Kent merkezlerinde hem de tankla, topla, özel kuvvetlerle, Roketlerle, Hendeklerle, ev ev çatışarak sürüyor. Bu durumun normal olmadığı her halde kabul edilecektir.

AKP hükümeti ve cumhurbaşkanı onları bulundukları yerde yok edeceğiz diyor karşı taraf buradayız sonunu kadar direneceğiz diyor. Mesele çatışmalarla birlikte siyasi alanda da boyutlandı. Öz yönetim olarak adlandırılan ve kentlerin veya yurttaşların bulundukları alanda söz ve karar sahibi olmaları olarak nitelendirilen sistem temel gündem maddesi oldu. Mesele silahlı olarak mı silahsız olarak mı uygulanması daha iyi olur meselesine dönüştü. Oysa zamanında yerel yönetimler konusundaki çekinceler kaldırılsaydı zaten mesele bitmişti.

ŞİMDİ HANGİ NOKTADAYIZ?

HDPDTK, HDK ve DBP eş başkanları geçen hafta  Diyarbakır'da basın toplantısı düzenlemişti.DTK Eş Başkan'ı Hatip Dicle, çözüm arayışına vurgu yaparken HDP Eş Başkan'ı Selahattin Demirtaş, "direniş devam edecek" diye konuşmuştu. Tüm eş başkanlar öz yönetim taleplerini haklı bulduklarını ve arkasında olduklarını da belirtmişti.

Hükümet, Güneydoğu illerindeki operasyonların sonuç alınana kadar süreceğini ifade ediyor. Perşembe günü Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan Konya'da, PKK'ya yönelik operasyonların bölgede huzur sağlanana kadar devam edeceğini ifade ederek, "O evlerde, o binalarda açtığınız hendeklerde yok olacaksınız" demişti.

Bulgaristan seyahati dönüşünde uçakta gazetecilere konuşan Başbakan Ahmet Davutoğlu da, Güneydoğu'da yürütülen operasyonların, "tüm ilçeler teröristlerden temizleninceye kadar kesintisiz devam edeceğini" söylemişti. Başbakan, "Biraz daha gecikmiş olsaydık, bunların niyeti çok daha kapsamlı bir iç savaşı başlatmaktı" demiş, "Onlar böyle kapsamlı harekât yapacağımızı beklemiyordu" ifadelerini kullanmıştı.

Durum silahlı güçler konusunda da tartışılmış ve şu sonuçlara gelinmişti. HükümetPKK'ya yönelik operasyonların durdurulması ve görüşmelere yeniden başlanabilmesi için PKK'nın silahlı unsurlarının ülke dışına çıkmasını ve tam eylemsizliğe geçmesini şart koşuyor.

PKK lideri Abdullah Öcalan21 Mart 2013 Nevruz'unda silahlı mücadelenin sona erdiğini ilân etmiş, bütün PKK unsurlarının ülke dışına çıkmasını istemiş, o yıl Mayıs ayında başlayan çıkışlar Gezi Parkı sürecinde yine Öcalan'ın talimatıyla durdurulmuştu. Kandil Türkiye dışına çıkan PKK unsurlarının daha sonra Türkiye’ye geri gönderdiklerini açıklamıştı.

Çözüm süreci,7 Haziran seçimlerinden önce HDP mitinglerinde patlayan bombalar ve ardından Suruçta yapılan bombalı saldırıda 30’dan fazla insanın ölmesi ve  Ceylanpınar'da iki polisi evlerinde uyurken kafalarına kurşun sıkarak öldürmesiyle tamamen rafa kaldırılmış oldu.

Bu rafa kaldırma meselesi yani çözümün buzdolabına konulmasından sonra da Hendek meselesi ortaya çıktı.

Hendek meselesinden sonra işimiz rahmetli Barış Manço’nun şarkısına döndü.”İşte deve işte hendek”

Ülkemizin doğu yakasında yüz binlerce nüfusa sahip yerleşim yerlerinde onbinlerce asker ve polisin katıldığı dev operasyonlar gerçekleştiriliyor. Kentlere, caddelere, sokaklara tanklarla, toplarla, askeri zırhlı araçlarla giriliyor. Amaç hendekleri ve hendekçileri ortadan kaldırmak. Bu çatışmalar sivillerin yaşam alanında gerçekleştirildiği için de insanlar ölüyor. Tuvalete çıkan kadın öldürülüyor, hamile kadın öldürülüyor, küçük çocuklar öldürülüyor işin tuhaf yanı bu konuda da herkes karşı tarafı suçluyor.

Peki, bu insanların yaşamlarını korumakla görevli olan kim?

Bu ülkede sivil yurttaşların yaşamlarını korumakla görevli olan kimler devlet mi, Hendekçiler mi, PKK’ mı, başka güçler mi? Veya vatandaş kendi yaşam hakkını korumak için mücadele etmek istese kime karşı yapacak? Hendekçilere mi, Devlete mi, Polise mi, YDG-H’ye mi, askere mi?

Hiçbirine karşı kendini savunamayacağı aşikâr.

Vatandaş ne kaçabiliyor, ne kalabiliyor! Bir yanda devleti bir yanda çocukları var. Bu iki gücün çarpışmasını izliyor ve kahroluyor. Her ikisi de kendilerinden yana tavır takınılmasını bekliyor. Aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık!

Lakin görünen köy kılavuz istemez. Böyle devam ederse halk tavrını net olarak ortaya koyacak ve durum daha da içinden çıkılamayacak bir durum alacak. Olması gereken Cumhurbaşkanının ve hükümetin işi parlamentoya taşıması ve çözümü burada araması, meseleyi kendi kişisel meselelerinden öteye taşımaları ve bu meselenin kendilerinin kan davası meselesi olmadığını devletin meselesi olduğunu ve devlet mantığı ile çözümlenmesi için parlamentoya gitmeleridir.

Çünkü bu meseleye böyle bakarlarsa görünen odur ki bölgede siyaseten nasıl kendilerini bitirmeye yönelttilerse devleti de imaj olarak zayıflatmaya götürecekler. Sağlamlaşmaya başlamış olan devlet millet arasındaki bağ zayıflama eğilimine girecek. Bunu yapmaya kimsenin hakkı yok.

Bu ülkede artık herkes güven yerine endişe duymaya başladı. Alevisi, Laik olanı, demokratı, farklı düşüneni, Kürdü ve muhalif olanı artık kendini güvende görmüyor. Kendi hükümetinden, kendi devletinden korkar hale geliyor. Demokrasi ve özgürlük hayallerinin gerçekleştiricisi olarak görülen cumhurbaşkanı ve AKP hükümeti artık bu imajından gün gittikçe uzaklaşıyor. Ülke kamplaşmaya ve kutuplaşmaya gidiyor ve en kötüsü de iç savaş tamtamları çalıyor. Suriyede bir ateşkesin sağlanması durumunda Türkiyenin mevcut dış politika ile çok da rahat olmayacağını görmek gerekiyor. Kürt meselesinin gidişatını da artık iç dengelerden çok dış dengelerin belirleme riskini de unutmamak gerekiyor.