Pazartesi sabahı Elazığ´da meydana gelen depremle uyandık. Sabah namazı vaktiydi. Namaza kalkanların bir kısmı namazda sallantıyı hissetti. Benim gibi telefonun alarm saatini 04:45´e ayarlayanlar ise depremin gürültüsüyle uyanmak zorunda kaldı.

            Herhalde depremi ruhen yaşamışım ki, kan ter içinde uyandım. Koridora çıktığımda çocukların da gürültüye uyandıklarını fark ettim. Gazetelerde depremde kurtulanların hikâyelerini okuyunca, gözlerimin yaşatmasına engel olamıyorum. İşte o an kendimi ve çocuklarımı düşündüm. Bir an kendimi Elazığ´da depremden kurtulanların yerine bıraktım. Dördüncü katta oturduğumdan kocaman binanın enkazını düşündüm.

            Çocuklarla hemen toparlandık. Herkes üzerine bulduğu en kalın elbisesini alarak aşağıya inmeye çalıştık. Arabanın içinde ısınırız diye arabanın anahtarını da almayı ihmal etmedim. Evet sadece arabanın anahtarını alabildim. Ve geriye dönüp baktım. Herşeyi bırakıp gidiyordum işte. Kitaplarımı, elbiselerimi, hatıra fotoğraflarımı, koltukları, televizyonu yanıma alabileceğimden fazla olan her şeyi. Neyse ki, ne bankada ne de evde param olmadığı için o endişeyi yaşamadım. Bu nasıl bir duygu.  Arkasına bakmadan bırakıp gidebilmek. Sonra düşündüm. Zaten günü geldiğinde bırakıp gitmeyecek miydim. 

            Üçüncü katın merdivenine gelince, bu katta oturan komşumuzun yaşlı annesi ile birlikte inmeye çalıştığını fark ettim. Tabii onları geçecek halim yoktu. Tevekkül içinde sabırla onların arkasından inmeye çalıştım. Birinci kata geldiğimizde birinci katta oturan komşunun zilini çalmayı ihmal etmeden sokağa çıktım. Yaşlı teyze  çocuğuna yaslanarak sokağa çıkmaya çalışıyordu ki, önündeki su birikintisine ayağı kaydı. Zavallı bu haliyle bile çocuklarını düşünüyordu belli ki.

            Sokağa çıktığımda komşuların çoğunun dışarıda başlarını evlerine dikmiş sanki olacak bir sarsıntıyı bekliyorlardı. Biz kurtulduk, evimiz giderse de canımız sağ olsun bakışlarıydı bunlar. Ve bekleyiş başladı. Terim hala soğumamıştı. Üşümeye başlamıştım. Birden aklıma duvarın hemen dibinde park ettiğim arabam geldi. En azından duvarın dibinden uzaklaştırayım, çocukları gerekirse arabaya alır ısınmalarını sağlarım diye düşündüm.

            Tabii o endişe ve korkuyla gidip arabayı yerinden alıp açık bir alana götürmek de cesaret ister. Ya o anda tekrar sallanmaya başlarsa, ya şiddetli olup da bina çökerse, ya yetişemezsem…

            Neyse ki, bütün bu korktuklarım olmadı. Arabayı daha açık bir alana aldım. Yan binada oturan komşum çoktan çocuklarını arabasına doldurmuştu bile. Hiç kimse kimseyi düşünecek durumda değildi. Can ne tatlıydı Allahım. Mal da mülk de yalandı, şairin dediği gibi bize sadece onlarla oyalanma kalıyordu.

            Vakit ilerliyordu. Sabah namazını kılmamıştım. İçimdeki sıkıntı giderek artıyordu. Artçı depremler kesilmeye başlamıştı. Silah sesleri de susmuştu. Arabalarıyla daha açık alanlara gitmeye çalışanlardan biri depremin Tunceli´de olduğunu söyledi. İlk haberler bu yöndeydi.

            Birkaç dakika daha geçmişti. Çocuklarla eve çıkmaya karar verdik. Aşağıda beklemenin bir anlamı yoktu. Yukarı çıktık. Hemen abdestimi aldım namazımı kıldım. Böyle zamanlarda kılınan namazın daha huşu içinde kılındığına, Allaha daha yakın olarak kılındığına bir kez daha içimde şahitlik ettim.  Hayatın, ölümün, varlığın ve yokluğun sahibinin sadece Allah olduğuna bir kez daha yakinen inandım.

            Günlük gazeteleri okumaya devam ediyorum. Çocuklarını kaybeden anne ve babalar, annelerini kaybeden çocukların hikâyeleri bir kez daha gözlerimi yaşartıyor. O insanların neden hala o evlerde oturduklarına, neden 21.yüzyılda insanlarımızın bile bile ölüme gittiklerini düşündüm. Birden çalıştığım kurumun binası aklıma geldi. Bu kurumun hizmet binasının da depreme dayanıklı olmadığı yapılan incelemeler sonucunda belli olmuştu. 2003 Bingöl depreminde döküntüler de olmuştu, ama insanlar hala bu binada çalışmaya devam ediyorlardı. Herhalde bu bina içinde çalışanlara mezar olduktan sonra bazıları uyanacaktı. O zaman da kim kimden hesap soracaktı?

            Depremin önüne geçmek mümkün değil, ama sahtekârlık, yolsuzluk ve umursamazlık nedeniyle yapılan çürük binaların öldürdüğü insanların ölümüne kısmen engel olmak mümkündür.  Dürüstçe çalışmayı öğrendiğimiz gün, depremde kaybettiklerimizin sayısı da azalmaya başlayacaktır.