"Tarih"in de diğer disiplinler gibi bir "bilim" olup olmadığı yıllardan beri tartışılan bir meseledir.
            Dünyanın yaralıdışından bu güne olup bitenleri bize taşıması adına hiç kuşkusuz ki tarihte bir ilimdir. Ne var ki, saptadığı ya da üzerinde durduğu olgular ve olaylarıın doğruluğunu örneğin,  fizik ve kimya laboratuarlarında test ederek benzer sonuçlara ulaşmak olası değildir, sosyal olaylar mesela matematikte olduğu gibi  her zaman iki kere iki dört etmez, benzer olaylar benzer sonuçlar doğurmaz yani..
 
            İlk gününden itibaren dünyada "ikbal" endişesini iplemeyen evrenin kuytularında ya da hadiselerin içinde olup bitenleri yazan tarihçilerden söz edildiğini ve bizlere aktardıklarının ne büyük değerler taşıdığını elbette ki biliyoruz. Peki ya bir kral, sultan, imparator gibi bir egemenin gölgesine sığınmış  bir "otorite kâtibi" ve ya Osmanlı'da olduğu gibi "vakanivus"ların hadiseleri o egemenin görüşlerinden bağımsız kaleme almış olabileceklerine ne kadar inanabiliriz.
 
            Tarih deyince aklımıza ilk gelen uluslar arasında patlak veren niza ve savaşlardır. Yenilgi ve zaferlerdir bizi ilgilendiren ya da böylesine bir algılamayı edinmek üzere eğitildik. Oysa tarih bir olgunun başından bitimine, yada günümüze kadar olan serüvenini ifade eder. Tarih bir önemli kişinin olduğu gibi günümüze kadar motivasyona uğramış insanın dışında bir canlının,bir bitkinin mesela, dahası,  günümüzde örneği çokça görülen ve örneğin "marka" olmuş bir sanayi kuruluşunun da yaşam macerasını yansıtır. Bunlara biz artık "tarihçe" diyoruz, falan şeyin, falan kuruluşun tarihçesi gibi..
 
            Kuruluşlar deyince günümüzde yaşamımızı birebir etkileyen "siyaset" kurumları bunların en başında geleni bence: Demokratik bir düzen iddiasıyla yaşamını idame ettirme iddiasındaki ülkelerde "siyasi partiler", ülke insanını yönetme gibi yüksek bir hedefin peşindedirler. Bu nedenle iktidara geldiklerinde beşikten mezara kadar ülke insanına karşı sorumluluk  üstlendikleri varsayılır.
 
           On yılı aşkın bir zamandan beri iktidarda olan ve varlığını günümüzde, şu saatlerde daha da fazla hissettiren siyaset kurumu AKP'dir.
           Bittiğinde ya da mevta olduğunda onun da bir gün mutlaka tarihi yazılacaktır. 
           Aslında ille de o günü beklemek gerekmez şimdi de yazılabilir.
           İyi de  AKP'nin tarihini kim yazacak ya da yazmalı;
           "Yandaş" medyada yıllardan beri sabahtan akşama Başbakan'a  "padişahım sen yaşa!" diyen ve her biri köşe olan köşe kalemşörleri mi,
           Yoksa onu demokratik yolla iktidardan düşüremeyeceklerinden emin ve böylece umutsuzluk girdabında kıvranan ulusalcılar mı,
           Ya da bir süre AKP'nin Türkiye'de harbiden Kopenhag kriterlerini uygulayacağından emin olup uzun bir zaman Erdoğan'ın peşine takılıp ve son vuruşlarıyla hep yana yatırılan  "yetmez ama evet"çi liberaller mi, kim yazacak kim, kim, kim...
 
            Sizce bir gün,  sözgelimi yıllardır sus pus olmuş Türkiye üniversitelerinden birinde mesela İsmail Beşikçi gibi biri çıkar da şöyle ara başlıklarla yazmaya başlasa:
           
            - Evet, ilk başlarda yani kuruluşu itibariyle AKP,  Kemalaizm tarafından,  dayandıkları nisbeten bastırılmış mütedeyyin tabanlarının da istemi ve ABD'nin icazet ve arka çıkmasıyla tedrici bir siyasi başkaldırıyla "askeri vesayet"le hesaplaşmaya girdi.
       
            - AKP bunu yaparken kendisine destek veren çok az insan vesayet rejiminin kırılmasının ülkenin demokratikleşmesinin başlangıcı değil fakat  gerçekte ajandasında bulunan "iktidarlaşma"nın önündeki en önemli bir engelin bertaraf edilmesi olduğunu biliyordu.
 
           - Gözden kaçmıyordu: İktidara geldiğinde zengini çok zengin, orta sınıfa ağır evrilmekte olan yoksulu bol olan Türkiye için İslami bir referansın da itmesiyle (Komşusu açken kendisi tok yatan.. vs.) daha önce varolan sosyal dayanışma vakıflarına (Fak-fon) cansiperane bir içlevsellik kazandırıldı. 
   
           - Devletin ekonomik alandan çekilmesi ve demokratikleşmesinin ilk işaret fişeği olan ünlü 24 Ocak kararları ile rahmetli T.Özal'lın "Önce insan sonra devlet" felsefesi kabul edilmeli ki  "devletçi" çizgiden kolayca şaşmayan önceki iktidarların düşünmediğini AKP tarafından gözüpek bir atılımla uygulamaya sokuldu: 
             Özelleştirme ! 
             AKP küçük büyük demeden devletin elinde rantabl olmayan tüm kuruluşları satışa çıkardı, sadece Telekom gibi damar kurumlar değil, İstanbul gibi kentlerde o güne kadar atıl bulunan kamu arsalarını özel sektöre satarak büyük nakitler edindi. Bununla aceleye getirilmiş ve kalitesi tartışmalı bile olsalar binlerce kilometre duble yolla r, yeni sağlık kuruluşları gibi atılımları gerçekleştirdiğini teslim etmek gerek. Üst bürokratların direnişini kırarak Sosyal Güvenlik (SGK) Kurumlarını birleştirdi.
 
          - AKP bu ve buna benzer ekonomik ve alt yapı konusundaki tüm atılımlarının yanında AB'nin istem ve dayatmaları sonucu kısmi bir demokratikleşmeyi de getirdiğini kaydetmek gerek. T.Erdoğan iktidarı tüm bunları "Acemilik ve Çıraklık" döneminde gerçekleştirdi. 
 
         -  İçinde yaşadığımız "Ustalık" günlerine gelince: Ekonomide kaydadeğer bir sarsıntı görülmüyorken, ülkenin en önemli meselesi olan "Kürt sorunu" tüm derinliğiyle hükmünü sürdürmektedir.  Özellikle Haziran 2010 seçimlerine kadar seçmenin yarısından teveccüh görecek kadar desteklenen AKP , girdiği son döneminde liderinin herşey olduğu "kişiye endeksli" bir politika izlemeye başladı. Tayyip Erdoğan'ın aklına kim koyduysa, Başbakan, önce partisindeki "kürt kökenli" milletvekillerini listelerden dışlamayla işe başladı. Zaten bu onun,  D.Bakır İstasyon meydanında Kürtlere bakıp  göğsüne vurarak, "Kürt sorunu vardır ve bu benim sorunumdur" demesinden çark ettiğini gösteriyordu. Çok geçmeden "Kürt sorunu yoktur, tek tek Kürt kardeşlerinin sorunu"na geldi. 
    
 
         - AKP'nin lideri,  yargıda yaptırdığı yeni dizayn ile önünü keseceklerine inandığı askerlerden önemli bir kısmını bertaraf ederken MHP'den bile yüksek bir volumle tutturduğu  yeni milliyetçi ve muhafazakar söylemle TSK'nin diğer bir kısmıyla kolayca uzlaştı.
 
         - AKP nin ustalık döneminin ilk günlerine deng gelen "Arap Baharı" havasının Ortadoğudaki Kürtlere de sirayet edeceğinden korktu. Korkusunda haklıydı da, çünkü Kürt illerindeki insanların ezici bir çoğunluğu PKK'yi destekliyor ve her çağrısında binlercesi sokağa dökülüyordu. Kürtlere kemik misali TRT-6 ve Kürtçe seçmeli dersin para etmediğini görünce AKP bu kez polisini devreye sokarak Kürtler üzerinde  Kürtlerin o güne kadar görmediği bir "tevkifat" kırımını gerçekleştiriyordu. Ellerinde ve evlerinde bir çakı bile ele geçirilmemiş "KCK'li" diye binlerce Kürt siyasetçi zindana tıkılıyordu.
 
         - Kürt açılımına kanan ve barışa susamış yüzbinlerce Kürt,  "Habur Olayı"nda gösterdikleri sevinç ve coşkuları bir iki gün içerisinde kursaklarında bırakılıyordu.
 
         -  Böylece Habur Vakası AKP için demokratikleşmeden geri dönüş ve Kürt meselesini barışçı yolla halletmekten vazgeçmenin bahanesi oluyordu. Kürt hadisesinde "güvenlik"öncelikli rota sonucu Roposkê'de  silahsız 34 Kürt gencinin  bombalanmasıyla ilgili bir özürü çok gören Erdoğan, "işkenceci" siciliyle cılkı çıkmış bir polisi İstanbul gibi bir ilin terörle mücadelesinin başına getirerek, tüm itirazlara inat  "arka" çıkmayı sürdürüyordu.
 
          - İlk başlarda Kürt sorunu Alevi meselesi gibi yakıcı sorunları "müzakere" yoluyla çözeceğini söyleyen AKP ve lideri Dış İşlerinin başına getirdiği "altın adam"ın "stratejik derinlik" adlı buluşunda dile getirdiği "komşularla sıfır problem" teorisi,  bölgede izledikleri "suni mezhep" politikalar sonucu çarşafa dolanarak komşularla "sıfır barışa" dönüşüyordu.
          
          AKP'in tarihi yazılırken partinin son referendumda aldıkları %58'lik desteğin verdiği moral parti kadrolarında ve bürokrasideki üst birimlerindekilere "dokunulmazlık" zırhı sağlarken,  liderin kişiliğinde kendini tam bir "kibir" ve şişinme olarak göstermiştir..Erdoğan  Abdullah Gül'ü isteyerek ya da istemeyerek Çankaya'ya gönderirken onun orada ikinci kez görevini sürdürmeyeceğini tasarlamıştır. O sadece parti liderliğiyle yetinmemektedir artık,  önümüzdeki dönemin alışıldık cumhurbaşkanlığına da razı değil çünkü O:
 
l     - Milli irade, millet benim,
      - Halk çıkarını bilmez, ben bilirim,
      - Kimin köşe yazarı olacağına, medyanın neyi yazacağına ben, ihaleleri kimin alacağına ben karar veririm.
      - Futbolu, sanatı, bir caminin değil ama bir heykel ya da cem evinin "ucube" olup olmadıklarına ben karar veririm.
      - Sadece dini değil, tiyatroyu, kürtajı, sezeryanı, en iyi ben bilirim, ben başbakanım doğum kontrolü işi benden sorulur.
      - Başında olduğum ülke Ortadoğunun rol dağıtıcısı ülke olmalıdır, alışılmış pısırık dış politikayla "dünya devleti" olunamaz! 
      - Böylesine uluslararası bir aktör olan bir devlette halkın bir yarısının oyunu almış bir hükümeti ve hasseten onun liderini  zinhar eleştirmek Türkiyenin kalkınmasını istemeyenlerin değirmenine  su taşımaktır, ihanettir!          - 
 
      Evet, kazasız ve belasız 2014'ü bulursak  AKP'nin tarihini yazacaklar, Türkiyedeki rejimin  iktidarın başı sayesinde  fiili bir "yarı başkanlık"tan  adı konulmamış bir "sultanlık"a evrildiğini yazmayı ihmal etmeyeceklerdir herhalde.
 
      Keyifle kutlayabiliyorsanız kutlu olsun bayramınız.