15 Şubat malum olduğu üzere Abdullah Öcalan’ın Kenya’dan alınıp Türkiye’ye teslim edilişinin 15. Yıldönümü. O gün bugündür her 15 Şubat geldiğinde Kürtler tarafından bu durum protesto edilir. Yani nasıl 21 Martta Newroz’un kutlanacağı sabit hale gelmiş ise bu protesto da artık kendini belirlemiş durumda.
Geçen cumartesi günü ilimiz ve bölgemizde 15 Şubat komplosunu kınama amaçlı yürüyüşler gerçekleşti. Bu yürüyüşler sırasında çıkan olaylarda onlarca yurttaşımız yaralandı. Maddi hasarlar meydana geldi ve gözaltıları yaşandı.
Yine vatandaş taş, güvenlik güçlerini oluşturan polis gaz bombası kullandı. Siyasiler ile yürüyüşe müdahale eden güçlerin amirleri arasında tartışmalar oldu.
Ama bütün bunlar olmayabilirdi de!
Eğer polis müdahale etmeseydi olay çıkmazdı diyenler
Taş atmasaydılar müdahale etmezdik diyenler de kendilerini haklı gösterme telaşında…
Kusura bakmayın ama mesele haklı olmak veya haksız olmak meselesinin ötesinde bir durum. “Devlet Memuru görevini yapar” diyerek işin içinden sıyrılamayacağınız gibi Devlet memuruna küfrederek de işin içinden çıkılmaz.
O halde ipin ucunun nerede kaçtığına bakmak gerekir.
Polisler yürüyüşe katılanlardan bir grubun taş attığını iddia eder. Taşınan flama veya bayrak gibi materyalleri gerekçe gösterir. Atılan sloganları veya bazı göstericilerin yüzlerini kapattıklarını söyler. Olmadı yürüyüşün izinsiz olduğunu belirtir ve müdahale eder. Oysa basın açıklamasına gidenlerin yürüyüşleri de normal algılanabilir.
Yürüyüş cephesi ise atılan her olumlu veya geri adımı kazanılmış hak gibi kabul eder. Bir adım daha ileriye gitmeyi büyük meziyet sayar. Çatışmanın çıkması olağanmış gibi davranır. Kendilerini tek haklı taraf olarak görür ve kendine meşru saydığını karşı otoritenin de meşru görmesini bekler ve yürür.
Sonuç; sataşma ve çatışma
Sonuç yaralı, gözaltı ve eziyet…
Daha evvel de yazdık ve söyledik ancak tekrarlayalım. Polis veya güvenlik güçlerini idare eden amirlerin bu konuda yeterli deneyimleri var. Dolayısıyla nerede bulunmaları gerektiğini de nasıl müdahale etmeleri gerektiğini de neden müdahale etmemeleri gerektiğini de biliyorlar. Hal böyle olunca bir deneyim eksikliği yok. Müdahalenin şekli ve dozu da oldukça önemli ve ne yazık ki her defasında bu oranın ipinin ucu kaçıyor.
Gaz bombasının kullanımı konusunda oldukça sert davranılıyor. Gazın amacı gösterici topluluğu dağıtmaktan çıkıp saldırı haline geliyor algısı artık hakim algı olarak kabul edilir hale geldi. Üstelik yürüyüşte bulunan hiç kimse ve grup ayrıt edilmeden herkesi gaz sıkılıyor ve havaya ya da yere doğru atılması gereken gaz fişekleri topluluğun üzerine atılıyor. Bu yüzden de her müdahalede mutlaka gaz bombalarının başlarına veya vücutlarına isabet etmesi nedeniyle yaralananlar çıkıyor. Cumartesi günü çıkan olaylarda da böyle oldu. Yine bir genç gözünden vuruldu. Diğeri göğsünden. Yaralı gençlerden biri Diyarbakır’da ameliyat edildi. Gelen haberlere göre bir gözünü kaybetti.
Habere bakıyorsunuz gözünü kaybedenden eser yok ama Milletvekilinin bu müdahaleyi eden güvenlik gücü amiriyle yaptığı konuşma manşetlerde…
Artık diyalog kurmakta kullandığımız dil ve hareketin ölçülerine dikkat etmek gerektiğine inanıyoruz. Her türlü yanlışlığı yapmakta serbestmişiz algısından herkesin kurtulması lazım. Neyin alerji yarattığını iyi görmek lazım. Nasıl kontrol sağlanması gerektiğini bilmek gerekiyor.
Her olayda bir kişinin öldürüldüğü dönemleri de biliyoruz çare olduğu mu?
Olmadı.
O halde her olayda gaz bombası ile birilerini yaralamaktan da uzak durmak daha iyi…
Artık eylem tarzlarında da bir değişikliğe gitmenin faydalı olacağını sanıyoruz. Kepenk kapatmadan, taş atmadan da yürüyüş yapılabilir ve basın açıklaması okunabiliyor. Avrupa’da yüz binlerin katıldığı yürüyüşlerde olay bile çıkmıyor. Biz de neden olmasın?
Herkes kullandığı yöntemin sertliğine, kullanılan dilin sertliğine bakıp düşünmeli bizce…