Sabah Ezanından sonra kalkmış karpuz tarlasında çuvallarımızla yerlerimizi almıştık. Karpuzlar koparılacak, torbalarla toplanacak, traktör römorkuna doldurulacak ve Silvan’a doğru Pazaryolu tutulacaktı.
Bir yılık emeğimizin ürünlerini toplayıp satmamız gerekiyordu ki kalabalık ailemizi geçindirebilsin babamız. Öyle ya aynı yıl ortaokula da başlayacaktım. Kaydımı yapmış kimliğimi de okulumda bırakmıştım. Güneş ilk ışıkları ile terimizi, tenimiz üzerinde ısıtmaya başladığında karpuzlar römorkta yola çıkmıştık.
Malabadi köprüsünü geçtikten sonra askerler bizi durdurdu. Hayatımda ilk kez kimlik sorulduğunu duyuyordum. Babam ve amcam kimliklerini gösterdi. Ben kimliğimin okulda olduğunu söyledim, benden küçük kardeşimin kimliği ise yanımızda yoktu. Zaten taş çatlasın on yaşındaydı ama elindeki silahı ile asker bizi indirdi. Kardeşimi; “bırakmayacağını” söyledi.
Asker bizim bildiğimiz er. Yalvar yakar olmadı. Araya orada bulunanlar girdi. Herkes bizi tanıyor aslında. Asker isterse o da tanıyor ya, emir almış, “Nuh diyor Peygamber demiyor.”
Neyse ki karakol komutanını tanıyan öğretmen amcam yetişti de bizi bıraktılar. Silvan’a gitsek ayrı bir dert. Bizi bıraksalar da karpuzları nerede satacağız. Mecbur durumun vahametine binaen karpuzları Malabadi de sattık ve çay kenarından köye geri döndük. O zaman babama sormuştum.
Ne olmuş?
Asker darbe yapmış, dedi.
Asker darbe yapmış benim neyime? Lakin öyle değilmiş.
Bunu daha sonra yaşadığım iki olayda net gördüm.
Cuma günleri okul dağıldığında kentin ana caddesine yayılarak bütün okul evlerimize doğru dönüyorduk. Mesai bitim saatinde Alaydan gelen bir bando takımı hükümet konağı önüne geliyor ve törenle istiklal marşını çalıp okuduktan sonra geri dönüyordu. İşin ilginci istiklal marşı çaldığında kim neredeyse o noktada hazır ola geçip marş bitene kadar beklemesi gerektiğiydi. Put gibi dikiliveriyorduk. Nedenini de bilmediğimi itiraf edeyim. Ancak öğrenmem uzun sürmedi. Bir gün marş okunurken hepimiz durmuş o zamanlar genç bir delikanlı olan birisi arka taraftan yürümesine devam etmişti.
İki inzibat genci yakalayıp inzibat nöbet kulübesine koydular. O insana yaptıkları işkencenin yankıları aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen hala belleklerimdeki canlılığını koruyor. Adamın duvarlara vuruluşunda çıkan ses beynimde zonkluyor. O zaman askeri darbenin ne olduğunu, istiklal marşı çalındığında yolun ortasında neden hazırol da durduğumuzu daha iyi anlamış oldum.
Bu olayın akabinde bir zamandaydı. Nasrettin amca köy odasının önünde dolanıp duruyordu. Elinde sigara kutusundan sarmış olduğu sigarasını derin derin çekerek; “Çocuklarımı öldürüyorlar, işkence yapıyorlar, ayaklarına tüp gaz tüplerini bağlayarak onları kollarından tavana asıyorlar, bir insan bu işkenceye ne kadar dayanır” diyordu. 12 Eylül darbesinin mimarları Nasrettin amcanın üç oğlunu alıp işkence hanelere götürmüşlerdi. Nasrettin amca bir şey yapamamanın öfkesini sigarasından çektiği nefeslerden almaya çalışıyordu.
Büyüdüğümüz de anladık 12 Eylülün aslında ne olduğunu. Meğerse yurdu kurtarayım diyenler 650 binden fazla insanı gözaltına almış, binlercesini tutuklamış, Diyarbakır, Mamak gibi cezaevlerinde işkencelere tabi tutmuş, insanlar bok çukurlarında yüzdürülmüş. Tecavüz edilmiş, bok yedirilmiş, İdam edilmişler de biz bilmiyormuşuz. Çocuk olduğumuzdan.
Aradan 32 yıl geçti. 4 Nisanda sağ kalan paşalar yargılanmaya başlandılar. Kenan Evren, Tahsin Şahinkaya. Geriye kalan diğerlerini de Allah yargılayacak. Ancak bu yargılama sadece paşalarla bitmez aynı zamanda sağ kalan ve insanlık onuruna karşı suç işleyen maşalarında yargılanması gerekir. Vicdanlarda verilen ceza belli ama bunu bir de mahkeme kararı ile tescil etmek gerekir ki bundan sonra kimse bu millete bok yedirmesin. Çok istiyorsa kendisi yesin!