Yaşınızın zerre önemi yok. İster 20 olun ister 50, hiçbir şey değişmeyecek benim için! Mesele şu; Bugün bayramlaştığınız bir dost veya akrabaya eski bayramlardan, o zamanki meşgalelerinizden, mahallenizden ya da oradaki bakkalınızdan söz ettiniz mi etmediniz mi?

Cevap ‘evet’ mi? O vakit sizi şu sağ köşeye alayım. Buyrun, buyrun lütfen!... ‘Şimdi vaziyetinizi konuşmaya başlayabiliriz sanırım. Efendim inkar etme hakkınızı kullanmakta özgürsünüz elbette, ama peşinen söylemiş olayım; artık hiç kaçarı yok, siz de babanız veya dedenizin kıdemlileri oldukları ‘yaşı ilerleyenler’ ligine girmiş bulunuyorsunuz.

Bu noktaya dikkatinizi çekmek isterim, fark ettiyseniz ‘yaşlı’ değil ‘ileri yaşlı’ diyorum. Çünkü oldum olası sevmedim, sevmeyeceğim bu ‘yaşlı’ tabirini! O ne ya Allah aşkına!? Hakaret gibi, küfret daha iyi vallahi! Onun için yaşı ilerlemiş, ya da ‘ileri yaşta’yı ‘yaşlı’ demeye tercih etmenizi size de şiddetle tavsiye ediyorum.

Bu yazdıklarımdan sonra kendinizi beklemediğiniz bir anda ‘ileri yaştakiler sınıfında’ bulduğunuz için şaşkınsınız belki de… Öyleyse hiç de haksız sayılmazsınız, çünkü gerçekten de şaşırmamız gereken bir noktada ve mekandayız sevgili hemşerilerim.

Zira yaşı hızla ilerleyip günü çabucak eskiyen esas olarak siz değilsiniz.  Bir mekanda eskinin zaman cetveli üzerinde kat ettiği mesafe o kadar da uzun değilken, eski denilen şey zihinlerde haddinden fazla uzak görünmeye başladıysa, o mekanda değişimin hızı doğanın hız limitini aşmış demektir.

Mekandaki hızlı değişim ivmesi baskı altına aldığı bireye yaşı ilerlemiş bir ruh halini dayatıyor. Mahalleler, köyler, meydanlar yıkılıp, şantiyeye dönmüş şehirler bambaşka formlara yelken açarken aslında bireyin ruhunun kök saldığı mekan da yok ediliyor. Bunun farkında olsak bile oluşan tahribatın pek önemsendiğini sanmıyorum.

Türkiye’deki pek çok kent bu hızlı değişimden fazlasıyla etkileniyor. Pek çok kent insandan hızlı yaşıyor demek daha doğru olacak belki de... Sorun şu ki kent değişimle birlikte gençleşirken, insan için bunun tam tersi oluyor. İnsan mazisinde kendisini bulduğu mekandaki büyük dönüşümle ruhunun beslendiği köklerini kaybetmeye başlıyor.

Şimdilerde özellikle İstanbul ve Ankara gibi kentleri saran ve iliklere kadar hissedilen bu değişim çılgınlığı yaşayan bir kent olduğu için Batman’ı da etkiliyor haliyle. Batman, köyleri yutarak büyüyen obez bir yerleşim birimini andırıyor. Meselenin daha hazin tarafı da şu ki mekanı mekan yapan tarihi eserler ve Hasankeyf gibi Avrupa’da olsa biblo gibi korunacak kadim kökler bile bu obezite sorununa yenik düşüyor, acımasızca yok ediliyor.  Bu acımasızlığa direnebilecek yegane güç olan büyük yetkin insanlık da ne yazık ki doymak bilmez tabiatı nedeniyle yozlaşmaya çanak tutuyor.

Bugüne kadar hayatımdan üç kent geçti benim. Batman; benim köküm, o benim, ben o’yum dediğim toprağım, ilk köyüm, ilk kentim dahası çocukluğum oldu. İzmir gençliğimdi, farklılıklar içinde uzlaşıyı keşfederken hem sevdiğim, aşık olduğum yer yer de yabancılaştığım şehirdir.  İstanbul ana gibidir, İzmir’e oranla yabancılaşma ihtimalinin zayıfladığı bir mekandır benim için. Aslında bazı yönleriyle hem Batman hem İzmir’dir İstanbul. Ama tek başına asla bir Batman veya İzmir değildir İstanbul… Çünkü nice nehirden müsemma bir ummandır İstanbul benim için. Bu umman balığın kendisine ait olduğunu iddia edebilir, lakin bana sorarsanız hiçbir balık (balinalaşmış insanlar dahil) kendisini bu ummanın sahibi gibi göremez.

Hayatımın kentlerine bakınca, insanı mazisindeki mekan duygusundan, köklerinden hızla uzaklaştıran bu değişim karşısında en şanslı kentin İzmir olduğunu düşünüyorum. Çünkü son dönemde İzmir’deki mekansal değişim Batman ve İstanbul’a oranla yok denebilecek bir hızda ilerliyor.

Şöyle ki benim gibi 10 yıl önce terk etmişseniz İzmir’i, bugün gidip baktığınızda sadece sokağınızı aynı şekilde bulmakla kalmazsınız, çok büyük ihtimalle berber ve manavınızı bile yerli yerinde bulursunuz. İzmir’de bir sokakta 20-30 yılda yaşanan değişim ve dönüşüm İstanbul ve Batman’da neredeyse 1 bilemedin 5 yılda yaşanıyor. Ve başta da dediğim gibi, kentteki bu değişim tabiatını zorladığı insan ruhunda erken yaşta mazisizleşme gibi bir burukluğa yol açıyor.

 Siz sevgili Batmanlı hemşehirlerime iyi bayramlar diliyorum...

 ‘KALO’ NEDİR YA!..
Laf sıfatlardan açılmışken Kürtçe’deki ‘KALO’yla buradan hesaplaşım diyorum. Sizin kulağınıza nasıl geliyor bilmiyorum.  Lakin bana sorarsanız çağrıştırdığı ikinci anlam bakımından bir insana yüklenebilecek KALO’dan daha zalim bir sıfat olamaz. Bunları söylerken bildiğim diğer dillerdeki karşılıklarını da düşünüyorum ve harbiden ‘dede’ye verilmiş KALO’dan daha gaddar bir sıfat bulamıyorum. Daha 5-6 yaşlarında bir çocukken bile rahmetli Yasin dedeme bu sıfatla seslenmek zorunda kaldığımda tuhaf bir mahcubiyet duygusuna kapıldığını hatırlıyorum.

Doğrusu atalarımın neden büyüklerine böyle bir sıfat yüklemiş olduklarına dair mantıklı bir açıklama da bulamıyorum. Sadece bu kelimenin bir şekilde Endonezce’den Kürtçe’ye geçtiğini düşünmek istiyorum. Zira Endonezce de ‘kalo’ cevap manasına geliyor. Bu da gün görmüş tecrübeli insanlar olarak zor sorulara cevap verme kabiliyetleri düşünülerek ‘kalo’nun dedelere verilmiş bir sıfat olması ihtimalini mantıklı kılıyor.  Yani en azından ben işin aslının böyle olduğunu düşünmek istiyorum.

Özcan tikit

Editör: TE Bilişim