Hiç ölümle yüzleştiniz mi? Ya da ölümle yüzleşmeyi denediniz mi?

Kimimiz, ölüme meydan okuduğunu , kimimiz de çok korktuğunu ifade eder. Ama belki de Platon’un da söylediği gibi benliğimizin en derin noktalarına yalan söyleyemeyiz. Ölüm düşüncesi korkutur bizi!

Kişi ölümden çok, ölümün eşlik ettiği mutlak yalıtımdan korkar. Hayatı hep birileri ile toplumsallık duygusu içerisinde sürdürmeye çalışırız, ama her birimiz yalnız başımıza ölmeliyiz- kimse bizim için ya da bizimle birlikte ölmez. Yaşayanın ölenden kaçması mutlak terk edilmenin işaretidir.

Belki de hepimizi ölüm korkusunda en çok korkutan, dehşete düşüren şey; geleceği kaybetmek değil, geçmişi kaybetme düşüncesidir.

Hepimiz bir şekilde, varoluşsal korkunun yıpratıcı rüzgârına maruz kalıyoruz. Bundan kaçınmak imkânsız. O varoluşsal korku ise; ölüm düşüncesidir. Her ne kadar yaşıyor olsak da, sürekli olarak aniden gelişecek keskin ihtimaller korkusu ve önlenemez ölümlüyle savaşıp durma kaygısı bireyin varoluşsal kaygısını arttırmaktadır. Tabi bireylerin bu varoluşsal kaygılarla baş etme biçimleri, stratejileri, savunma mekanizmaları kişiden kişiye değişiyor. Haliyle bu varoluşsal korkuların üzerimizde bıraktığı etkiler de bu durumlara göre şekilleniyor.

Öyle zannediyorum ki; herkesin zihninden bir şekilde şu soru geçmiştir: “Öleceksek eğer neden yaşıyoruz?” Bu soru zihnimizi, ruhumuzu dolayısıyla da bedenimizi oldukça yorar. Ve somut bir sonuca da varamıyoruz, varamayacağız da. Dinler, inançlar neden var olup/öldüğümüz üzerine uzun uzadıya görüş bildirmişlerdir. O dinlere mensup kişiler bu doğrultuda fikirlerini ifade etmektedirler. Ama yine de öyle ya da böyle zihnimizin bir şekilde bu soruyu sormaya devam ediyor.

Dini inançlar varoluşsal ölüm korkusuna, ciddi ve güçlü bir rahatlık kaynağı sağlıyor. Dini inançlar, dindar insanların ölüm anksiyetesini önemli ölçüde azaltma konusunda büyük rol oynar. Dinlerinin gerektirdiği ve açıkladığı gibi inanır ve ölüm ve sonrası hakkında çok fazla sorgulama karmaşasına girmez. Girse de çıkamaz. Çünkü soyut kavramlar ve bilinmezliklerle dolu bir sonsuzluk.. Dolayısıyla da bu inanç sistemleri kişilerin kaygısını azaltıyorsa bu konuyu çok deşmemek gerekiyor.

Hayallerinin yerine gelmesi, gerçek adaleti bulma isteği, dünyada sahip olamadıklarına kavuşma arzusu, cennet, cehennem, Allah, yeniden var olma, ölümsüzlük, sonsuzluk,

sevdiklerinle sonsuz bir düzlemde beraber olma isteği, sorunsuzluk.. Hepsi ölümlü oluşun acılığını azaltan kavramlardır.

Kimi zaman anlam veremediğimiz, tarif edemediğimiz bazı kaygılarımız anksiyetelerimiz olur ve bunu neyden kaynaklandığını anlamlandıramayız. Görünürde bir şey yoktur ama aslında o kaygıyı tetikleyen, kaçtığımız bir olgu vardır: Ölüm anksiyetesi. Evet, ben yaşadığımız birçok kaygının altında yatan temel kaygının ölüm anksiyetesi olduğunu düşünüyorum.

Bu noktada Antik Çağ Yunan filozoflarından Sokrates’in ölmeden önceki son diyaloğuna yer vermek istiyorum. Sokrates baldıran zehrini içtikten sonra yanında olan kadim dostu Kriton’a “Asklepios’a (Yunan mitolojisinde tıbbın ve sağlığın Tanrısı) bir horoz adadık, onu yerine getir, unutma!” , Sözleri onun son sözleri olmuştur. Peki, ama Sokrates ölmeden önceki son anında Yunan Mitolojisindeki sağlık ve tıp Tanrısına neden horoz adağının yerine getirilmesin istedi? Sokrates, son sözleriyle aslında “yaşanmaya değer hayat” hakkında ipuçları vermiş, yaşamayı uzun uzadıya hastalık olarak görmüştür.

Ölümle yüzleşin!

Evet, ölüm yüzleşmek başlı başına bizde kaygı doğurur, ancak aynı zamanda hayatı daha renkli ve zengin kılacak bir potansiyel taşır. Ölümle ne kadar çok yüzleşebilirsek eğer o denli daha az korkarız ölümden. Ölüm düşüncesinden kaçındıkça da ölüm düşüncesi peşimizi asla bırakmayacaktır. Gölgeniz gibi peşinizden gelecektir.

Her ölümün geride kalanlar için tarifsiz acılar bıraktığı su götürmez bir gerçektir. Ve hiç kimse sevdiklerinin ölümü düşüncesini bile düşünmek istemez. Bu çok doğal bir refleksif bir tepki. Ancak ölümden kaçış var mı? Bizler, sevdiklerimiz, en yakınlarımız. Maalesef bir gün hepimiz ÖLECEĞİZ. Peki, ama bu realite varken, bu düşünceden bu kadar kaçınmak neden? Bu kaçış bizim için iyi bir olgu değil! Ölümden sonraki tepkilere, yas sürecine, bu travmatik süreci atlatma biçimlerine biraz da toplumun yön verdiği şüphesiz. Sosyal öğrenme buna yön veriyor. Bizim gibi ölümden sonra sonsuz bir yaşamın varlığına inanan toplumların ölüm karşısında daha metanetli ve sağlıklı tepkiler vermesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü bu toplumsal refleksler özellikle birinci dereceden yakınları direkt derinden etkilemektedir.

Tam da bu noktada Mevlana, ölüm gününü “ Hakk’a Vuslat” yani Yaratana kavuşma saymış, buna Şeb-i Arus yani düğün gecesi anlamını yüklemiştir. “Herkes ayrılıktan bahsetti, ben vuslattan” der. Ölüm Mevlana için kişinin aslına dönüşü olarak yorumlanmıştır. Mevlana,

ölümle yüzleşmiş, ölüm düşüncesinden kaçmamış ve kendi düşünce sistemini kendi inanç sistemince sağlıklı bir şekilde kurabilmiş ve anladığımız kadarıyla da ölüm anksiyetesi yaşamamıştır.

Ezcümle: Ölümün fizikselliği bizi yok etse de, ölüm düşüncesi bizi korur.