Raman’da köy (Zeve) ile petrol işçilerinin meskun olduğu mahalle arasında, doğuya bakan yamaçta bir koruluk vardı. Genelde palamut, dağdağan ve alıç ağaçlarının yer aldığı serin, manzarası güzel bir ağaçlıktı. Ağaçların gövdeleri hatta dalları bile asırlara meydan okuyacak kadar halkalardan ibaretti. Allah'ın bu ağaçlara taktığı yemişleri, çok tat vericiydi Hele o güzelim palamutları soyup yediğinizde vücudunuza bir zindelik gelirdi.

Çocukluğumuzun önemli bir bölümü bu korulukta geçerdi. Daha alt derelerde zaman zaman sürüler halinde dolaşan yılkı atları görülürdü. Atların koşmasından çok uzakta olmamıza rağmen korkardık. Önce evcil, sonra vahşileşen atlara yanaşmak ne haddimizeydi..

Bir gün birkaç kişi, üçer, beşer kuruş vererek ortaklaşa 'Birinci' veya “Bitlis” sigarasından bir paket aldık. Her birimiz bir ağaç gövdesine yaslanarak sigara içmeye çalıştık. Ağzımızdan çıkan dumanla sanki olgun bir kişiliğe eriyorduk. İçmeyi en becermeyenlerden biri bendim. İçime asla çekmedim. Bundan dolayı da sigara içmeye alışmadım. Paket bitince ortaklığımız da bitti...Yıllar sonra İstanbul'da Milli Eğitim Şube müdürlüğü görevine başlayınca çok büyük bir odamız vardı. Benden bir kaç yaş büyük, 15 yıl aynı mekanda kalıp birbirimizin kalbini kırmamış rahmetli Hüseyin Abi'yle odayı paylaşıyorduk. O dönemde Avrupa'dan hizmetini tamamlayan öğretmenler, yurda dönüyordu. Bize hediye gelen güzel çakmaklar sayesinde iki üç ay sigaraya başladık. Ancak gelen misafirlerimizle odamız puslu, sisli bir havaya büründü. İlkemiz de dudak tiryakisiydik. Kızdık Hüseyin Abi'yle küllükleri tarihin çöplüğüne gömdük, çakmakları da memurlara hediye ettik ve sigarayı ebeddiyen bıraktık...

Bu korulukta zaman zaman sapanla kuş da avlardık Evimizin önünde kocaman bir dut ağacı vardı. Yazları onun altındaki taht üzerinde uyurdum. Koca mahallede üç dört evde radyo vardı. Sabahleyin günün ışımasıyla komşumuz Sara Teyze'nin radyosundan gelen Nuri Sesigüzel, Fatma Türkan, Ahmet Sezgin gibi sanatkarların söylediği, “Gülizar, Diyarbakır Etrafında Bağlar Var, Kışlalar Doldu Boşaldı Bugün, Urfalıyam Ezelden...” türküleri alır, bizi ötelere götürürdü.

Bir sabah, dut ağacında 'cik cık' edip ve alnıma düşen bir kan damlasıyla uyandım. Serçe yaralıydı. Korulukta yaramaz birinin sapan taşına hedef olmuştu. Onunla uğraşırken avlu kapısından gözleri faldır fıldır olan akranım Cavit girdi. Bana bağırdı:

“O kuş benimdir. Ona elleme ha!” Ben, ağacın gövdesinden o, evin önündeki merdiveninden ağaca çıkmaya başladık. İkimiz de ağacın tepesinde beraber kuşa elimizi uzattık. Kuş elimizden kaydı,

ikimiz de tahtın üstündeki yatak üstüne duştuk. Evin içinden gürültümüze gelen annem, ikimize de birer tokat vurarak kuşu aldı. Şunu söylemeyi de ihmal etmedi: “Evlerimize butla et giriyor. Bu kuşun eti ne ki onları avlıyorsunuz. Günah, gözünüz kör Olur.” Bu söze çok kızan Cavit, orayı terk etti. Annem kuşun kanadını sardı. Keklik kafesine koyduk. Bir hafta sonra iyileşti. Onu uçurduk... Ancak kışın karın üstüne darı koyup üstüne sepeti dikip  bir kolunu da kapı mandalına takıp ortaklaşa kuş avladığımız Cavit'le yaralı serçe için bir yıl kus kaldık... Ağaç koruluğu, bazen de genç kız ve delikanlıların birbirine mendil sallama ve ayna tutmalarına sahne olurdu... Tabi biz o zaman küçüktük...O taraklarda bezimiz yoktu .Bizden büyük ağabeylerimiz vardı...

Raman’da yaşamak bir sevdaydı...

Editör: Yunus Yasak