Haşin tabiat şartlarıyla boğuşup her türlü mahrumiyetle mücadele eden o sınır köyüne atandığımda esmer tenli olup çit gibi zayıf, adeta tarihi antika olmuş Muhtar İsmail’le karşılaştım. Kırk yıldan beri köyün muhtarı, lideri, akıldanesi ve her şeyiyidi. Harita gibi olan köyde herkes birbirine akrabaydı. Köyde tek konuşan, karar veren kişi o idi. Sofrası yerde seriliydi. Ağzındaki lokmayı başkasına yedirebilirdi. Her hangi bir yemek öğünü zamanında köyün üst yamacından geçenlere bağırır, yemek yemeden geçmemelerini tembihler, hatta kendini çok naza çekenlere küfür ettiği bile olurdu. Gönlü gözü tok olan bu kalender adam muhtar olma hikâyesini şöyle anlatırdı:
“Askerden döndüm. Şiir gibi Türkçe konuşabilirdim. Bekârdım, benden büyük üç ağabeyim ve diğer akrabalar; “Biz yaşımızı başımızı aldık. Seni muhtar yapalım. Halk arasında, şehirde gören gözümüz, duyan kulağımız, düşünen aklımız ol’ dediler.
Ağabeylerim hep evli barklıydı. Kerpiçle yapılmış tek odalı evimizin bakiyesi, üç beş küçükbaş hayvan, bir inek, kIsa kuyruklu bir eşek ve gözleri noksan bir anamdı… Muhtarlığın üçüncü gününde kazadan aşı için sağlık memuru ve iki hemşire geldi. Devriye gezen iki jandarma ve komşu köyden birkaç misafir de eklendi. Köyde kasap, fırın yok. Misafiri etsiz göndermek töremize aykırıdır. Bir koyunu kestim. Yengelerim yemek yaptı. Misafirler yedi, gitti. Tabi elektrik ve buzdolabı olmadığından kalan et ve yemek bozulmasın diye başta ağabeylerimin aileleriyle diğer akarabaları yemeğe çağırdım. Hiç ses çıkarmadan afiyetle yemeği yediler. Ama yemekten sonra cigaralarını yakıp bana demediklerini bırakmadılar. ‘ Sen bu tırreklikle nereye varırsın. Sen Haco’nun oğlu musun? Herkese yemek yedirmeye çalışmak da neyin nesi. Senin etin ne, budun ne? Yarın kapılarda dilenci olursun’ ve binbbir türlü hakaretler. Hepsi de koca adamlardı. Bir şey diyemedim. Yaz günüdür. Akşam damüstüne ihtiyar annem bir köşede ben diğer köşede uyuyorum. Ay ışığında köye gece ağırca çöktü. Sabah karşı gazyağı tenekesini odamın çeşitli yerlerine döküp ateşe verdim. Damlarda yatanlar, burunlarına, genizlerine kaçan dumanla uyandı. Ben döşeğin üstünde uzanıp ayak ayak üstüne attım, göğü seyrettim… Kuyulardan su taşıyıp yangını söndürmeye çalışanlar, ahlar vahlar çekerek benim şoke olduğumu sandılar. Evimiz kül oldu. Sabahleyin bütün köy halkı, başsağlığına gelircesine kül olmuş evin enkazında toplandı. Onlara, evi kendim yaktığımı söyledim. Ya siz muhtarlığı yapacaksınız ya da benim işime karışmayacaksınız dedim…Bunu üzerine bana köyde iki katlı olan bu evi yaptılar. Artık hiç işime karışmadılar. Kırk yıldan beri de muhtarım. Bana karşı kimse aday da olmuyor. E benim gibi enayi de bulamazlar ya. Hepsinin kahrını çekiyorum…”
Artık Muhtar, köyde gezerken eğer odaya misafir gelmişse köyde rastladığı oğlak, kuzu, horoz, tavuk kime ait olursa olsun kesme ve misafirlerine yedirme hakkına sahipti. Kimse sesini çıkarmaz, herkes ona saygı temelinde iteat ederdi.
Köyde dirlik düzeni, sevgi temelinde sağlar, küskünleri barıştırır, durumu düşüklere yardım yapardı…