Kuş konmaz, kervan geçmez köyler de bile dünyalarında tertemiz yaşayan aileler var. Bunlar o küçük köydeki herkesin sakız gibi çiğnediği dedikoduya bile karışmadan hayatlarını idame ettirir, âdeta dünyada bir nevi Cennet’te yaşar. İşte bunlardan biri de esmer tenli, yaz, kış başından sarı agali düşmeyen, kulluk vazifesini de asla ihmal etmeyen Arafat ailesiydi. Hanımı Hatice ve beş altı yaşındaki şipşirin kızı Esma ile ilkokul dördüncü sınıfta olup gelişmiş gövdesi ve bıyığı terlemesiyle nüfusta ketm olan Abdullah’tı. Bu aile, bataklıkta yeşermiş ve koparılıp saksıda yetişirilen bir demet gül gibiydi.

                Arafat ailesi, karşılık beklemeden herkesin yardımına koşar, koşuştururdu. İki yıl boyunca o sınır ve mahrumiyetin kol gezdiği köyde Hatice Hanım, locmandan hamurumuzu alıp tandırda ekmeğimizi pişirerek taşıdı. Hanıma:

                “Sen de kızımsın. Sen ne anlarsın tandırda ekmek pişirmeyi. Güzel çay pişir, biz de içeriz” derdi.

                Arafat, katırla çift sürerdi. Ekin ekme mevsiminin başlangıcında bir katırı hırsızlar tarafından çalındı. Çifti atıl kaldı. Bir hafta sonra maaş aldım( o dönemde 1200  lira maaşımız vardı. Az bir para da değildi.) Ona 1000 lira borç vererek bir katır aldı.

                Ve bir cumartesi sabahı bütün köy halkı, kadınlı erkekli okulun önünde toplanmıştı. Arafat ve Hatice Hanım simsiyah bir atın yularından tutmuş, kapımızı çaldılar. Şaşırmıştık. Abdullah’ın annesi:

                “Muallim kardeş, Vallah seni almaya geldik. İlerideki köye gideceğiz. Daha beşikte Abdullah’a bir kız sözlemiştik. İsteyeceğiz. Seni yürütmeyeceğiz. Bu atı sana getirdik” dedi.

                Koca bir köy bekliyor, hepsi de bu teklifi uygun görmüş. Şimdi yönetmelikten, kanundan bahs et. Olmaz de, diyebilirsen. Bu sevgiyi çevirebilirsen çevir. Çeviremezsin, çeviremedik. Çünkü dünyanın hamurunun mayasında karşılıksız sevgi vardır. Öyle ki sevgi, çok kere aşkı bile yenmiştir. Eğer dünyadan sevgiyi kaldırsanız geriye canavarların boğuştuğu bir arenayla karşılaşırsınız.

                Ata bindim. Alayla valayla otuz kırk kilometrelik köye vardık. Talebem Abdullah’a kızı istedik. 7000 lira olan başlığı da 5500 liraya indirdik. Bir nevresim üzerine de herkes gönlünden kopan yardımı attı…1500 Lira toplandı…

                ***

                Üç ay sonra da davullu zurnalı giderek o köye vardık. Hayvanlar kesildi, yemekler kazanlarda pişti. Metrelerce uzun yer sofralarında yemekler yenildi. Halaylar çekildi, göğe silahlar sıkıldı. Ve öğrencim Abdullah’ı evlendirdik…

                ***

                Artık sınıfta Abdullah, hep benden utandı, benden yana bakmaktansa başını önüne eğmeyi uygun gördü. Ona esprili şekilde takılırken kıs kıs gülüp öte tarafa döndü…

                Elli küsür yıl önce askerlik görevimi öğretmen olarak yaptığım köydeki o insanların sevgisi, hâlâ yüreğimin en derin köşesinde değerli bir cevher gibi durmaktadır...