Elli yıl önce Hasankeyf’te öğretmen iken muhtarlık seçimi oldu. Bir dağ köyünde mahalli particilik yüzünden muhtar ile karşı taraftan bir adam öldürülmüş, vukuatlı bir köydü. Kasaba eşrafından akrabaları o köyde olan bazıları, ilçe idarecilerine o bölgeden olmamız hasabiyle benim ismimi vermişlerdi.

Olay çıkmasın diye ilçe seçim kurulu başkanı bana seçim torbasını verirken:

 “Hocam, gideceğin köy, vukuatlı bir köydür.Vurulan muhtarın oğluyla kardeşi öldürülmüş kişi karşılıklı adaydır. Yakındaki Kedil Karakolu’ndan devriye isteyebilirsin. Bir pusula göndermen kafidir. Herhalde sen de durumu biliyorsun” dedi.

 “Biliyorum. Elimden geleni yapacağım. İnşallah kazasız belasız sonuçlandırırız” dedim.

Mevzuat gereği öldürülmüş muhtarın oğluyla dayısı gelip beni kasabadan aldı. Köy servis arabasıyla belirli bir yere kadar gittik. Sonra indik, sarp yalçın dağ yoluna vurduk. Dayı, yeğen hep geride kalarak birbirinin kulağına fısıldıyordu. Yanıma varınca onlara;

 “Köyünüzde durum nasıl?” diye soruyor, hep dayı cevap veriyor:

“Hiçbir şey yok başkan” diyordu.

Üçüncü defa sorduğumda yine dayı cevap verdi:

 “Durum iyi değil, karşı taraf bizden On iki oy fazla. Bize bir iyilik yapsanız, iyiliğinizi unutmayız, başkanım” dedi.

“Nasıl olacak?”

 “Fazla oylara bir çimdik atıp iptal etseniz”dedi dayı.

 “Bana vadi dolusu attın verseniz olmaz o iş” dedim.

Artık beraber yürüdük. Köye varır varmaz muhtar adayı Vezir'in küçük kardeşine bir pusula yazıp karakola gönderdim.

Ancak mevzuat gereği babasının mührünü birinci aza olduğundan dolayı emanetinde olan Vezir'in evinde iki gece kalmak zorundaydım. Köy bir dağın yamacına kurulmuş, vadi boyu bağ ve bahçeydi. Tam karşı tepede üç dört hane vardı. Burası köyün mezrasıydı.

Muhalif ve seçimi karşı tarafın adayı Hüsnü’ye kazandıracak oylar oradaydı.

Mevsim sonbahardı. Havalar soğumaya başlamıştı. Köyde dolaşamadık.

Vezir'in taraftarları gece yanıma gelip geç saate kadar sohbet ettik. Hüsnü’nün tarafı gelmedi. Kendi aralarında şayia yapmışlar; “Ne yapıp yapıp Başkanı ikna edecekleri, seçimi kazanmak için çeşitli yollara başvurulacağı” şüphesini yaymışlardı.

Pazar sabahına karşı devriye geldi. Köyde okul yoktu. Seçimi küçük mescidin bahçesinde iri taşların üzerine şilte konularak yaptık. Caminin imamı delikanlı, çok heyecanlıydı, bana; “İnşallah seçim kazasız belasız biter” dedi.

“İnşallah, iki gün dua ettin mi?”

 “Çok dua ettim, Başkanım” dedi.

Komşu köyden verilmiş bir sandık azası gelmedi. Muhtar adayı Hüsnü, sandık üyesi olmaya çalıştı. ‘Olmaz, sen olamazsın’ dedim. Ortalığı karıştırmaya çalıştı. Biraz kızdım. Asker sandık alanı dışındaydı. İşaret bekliyordu. Hüsnü’ye:

 “Sen muhtar adayısın. Müsterih ol. Koyu karıştırma. Rahat dur, asker çağırmak zorunda bırakma beni” dedim.

Seçim oldu. Sandığı açtık. Hüsnü on iki oy farkla seçimi kazandı. Muhtar olduktan sonra beni ve devriyeyi yemek için evine davet edince ona:

“Senin yemeğini yemeyiz” deyip Vezir'in evine gittik.

Hüsnü ne kadar fesat biriyse Vezir de tam onun tersiydi. Hep barıştan, sükünet’ten yanaydı.

Köyün çıkışına kadar beni ve devriyeyi yol etti. Orada şöyle dedi:

“Allah sizden razı olsun. Seçimi ben kazanmış olsaydım. Hüsnü (köyün üstünde caminin avlusuna kuşbakışında olan tepeyi göstererek) oraya silahlı birkaç genç dikmiş, bir işaretle sandık alanını kurşunlayacakmış. Ben de biraz evvel öğrendim” dedi.

“Hüsnü'nün okuma yazması var mı?”

“Onun da dört azasının da okur yazarlığı yok. Köyde sadece ben ilkokul mezunuyum. Babam, beni kazadaki ablamın yanında okutmuştu.”

İlçede sandık başkanlarıyla yapılan toplantıda Kaymakam;

“Okuma yazması olmayan kişi muhtar da olsa iptal edilecek” demişti.

İstanbul’a tayinim çıkmıştı. Tatile geldiğimde kasabada Vezir ile karşılaştığımda seçime itiraz ettiği ve köye rakipsiz olarak seçilip ‘Muhtar’ olduğunu söyledi.

Editör: Yunus Yasak