Sabri AKBEL
Bozkırın ortasına çakılmış, mahrumiyet beşiği olmuş, yolu, elektriği daha gelmemiş, suyu bile okulun önündeki kuyulardan açılmış kuyulardan sağlanan köyde, köylüler gibi orada görev yapan memur ve öğretmenler de haşin tabiat şartlarıyla boğuşurduk.
Kışın sobada çocukların her sabah getirdiği tezek (tar) i yakardık. Güçlü enerjiye sahip bu tezekler, sobanın borusundaki kadar kızartırdı. Onlar sobada kül olunca da ısı bir anda biterdi. Dışarıda yağmur ve kar karışık bir şekilde yağıyordu. Beş kısımlı sınıfın bazıları aktif bazıları pasif ders yapıyordu. Tıka basa tezekle dolu soba da tam kızmıştı. Kıvırcık saçlı, tombul gövdeli üçüncü sınıf öğrencisi ‘Emine’ adlı kız da durmadan sağa sola sataşıyordu. Onu sözle birkaç kez ikaz ettim. Ama anlamadı, tınmadı, yaramazlığına devam etti. Sobanın kıyısında haberim olmadan meğerse kızışmış maşanın kuyruğundan tutup ucuyla kafasına susması için hafiften dokundum. Tepesinden kan fışkırdı. Onda ne heyecan ne de ağlama oldu. Bense çok heyecanlandım. Lojmandan hanım da geldi. Yün bastırarak ilkel usullerle kanı durdurduk. Emine ve diğer öğrenciler de bir şey olmamış gibi derse devam etti.
Ben ise çok mahcup oldum. Paydos oldu. Çocuklar evlerine gitti…
Ne o gün ne ertesi gün ailesinden okula gelen olmadı. Aradan bir hafta geçti. Emine’nin babası katırlarını önüne katmış karasabanla çift sürmeye giderken okulun önünden geçiyordu.
Ona: “Haci gel hele” deyince. Hayvanları durdurup bana yaklaşarak:
“Buyurun hocam, emriniz” dedi.
Emine ile olan meseleyi anlatmaya başlayınca sözümü kesti:
“Eti benim, kemiği senin. O geçti. Emrini söyle” dedi ve yoluna devam etti.
Onun o olgun davranışı karşısında bilgiçliğimi ve tahsilimi de unutarak hepten derinden düşündüm…
***
Aradan birkaç yıl geçtikten sonra İstanbul’a tayinim çıktı. Yüksek bir tepede, eski derebeyleri şatosunu andırıp altındaki deredeki evlere kuşbakışı bakan bir okula verildim. Uzaktan gördüğümde sanki orada ders veremeyeceğim korkusunu bile taşıdım. Kimbilir o okula ne kadar bilgili olmak gerekirmiş diye içimden geçirdim.
Ancak okulun birinci gününde bu heyecanım kayboldu. Ben ile Zonguldak’tan emekliliğine çok az zaman kalarak öğrenci okuma bahanesiyle atanmış Ali Bey’le üç düğmeli ceket ve incecik kravatımızla öğretmene benziyorduk. Diğerleri gayet rahattı. Hatta esmer, uzun saçlı bir arkadaş, sağ elini ortasından geçirdiği simidi ‘hart hurt’ yiyerek sınıfa girdiğini görünce rahatladık…
Üçüncü sınıfı okutuyordum. Mevsim tablosunu çekiç ve çiviyle duvara çakıyordum. ‘Aysel’ adlı obur gövdeli bir kız, durmadan onu bunu rahatsız edince iskemleden aşağıya indim. Çekicin sapıyla kafasına susması ve yerinde durması için dokundum. O arada teneffüs oldu. Kız da görünmez oldu. Evimiz okula bitişik sokaktaydı. Meğerse Aysel eve gidip annesine:
“Öğretmen beni çekiçle dövmüş” demiş. Bir kadın çoluk çocuğuyla sokakta taş ve sopalarla evimize saldırarak kıyameti kopardı. Komşuların yardımıyla zorbela yatıştırdık…
Ertesi gün onu başka bir sınıfa verdirdik…
Böylece köylü Emine ile şehirli Aysel’in düşündürücü hikayesi geçmişe kaydolarak zihnimize elli yıl sonra takıldı…