Dünyevi makamlar hep geçicidir.

Onların cazibesine kapılan nice insan bilirim, oradan ayrıldıktan sonra denizden karaya vurmuş balık gibi can çekişirler. Makam, bir nevi sarhoşluk halini andırır, kişi genel olarak oradayken hep etrafındaki dalkavukları görür, çıkar grupları çevresini sarar, ona adeta nefes aldırmazlar. Kavanozun içinde yaşar, dışarıdan haberi pek olmaz. Övgülerin büyüsüne kapılır, gider.

Hizmette kırk yılını tamamlamış, bunun çoğunu da idareci olarak geçirmiş bir okul müdürümüz vardı. Ne koltuktan ayrılmayı ne de emekli olmayı asla zihninden bile geçirmiyordu. O sadece okulun değil, çevrenin bile onunla ayakta olduğuna inanır, sırtı elli altmış kilo alırken yüzlerce kilo ağırlığı beline vurmuş, manen kamburlaşmıştı. Milli Eğitimde toplantı vardı. Toplantı çok uzun sürdü. Sonra odama geldi. (o dönem daha cep telefonları pek yoktu) çekine çekine:

“Müdürüm, okula telefon edebilir miyim? Sabahtan beri okuldan çıktım. Kim bilir Rıza okulu ne yapmıştır? (Rıza okulun müdür yardımcısıydı. Evi hemen okulun bitişiğindeydi. Evde üç yetişkin kızı ve emekli bir hanımı vardı. Onların dırdırından vaktinin çoğunu okulda geçirir, okulun bir nevi fahri bekçisiydi.)

Ona dedim ki:

“Haberin yok. Sen okuldan çıktıktan sonra Rıza okulu sattı.”

O, telefon ahizesini kaldırırken onun elini tuttum ve şöyle dedim:

“Şevki bey, sensiz o okul, bensiz bu Milli Eğitim, D. Siz Türkiye de batmaz. Neden? Çünkü yerimize gelecek olan ya bizim gibi ya bizden biraz aşağıda ya da bizden biraz daha iyi yönetir. Bu üç şıkkın ötesi yoktur. Hem bu makamlar baki değil. Her an için ölüm, emeklilik ve buradan alınabiliriz…”

Düşünmeye başlayan arkadaşım, telefon etmekten vazgeçmek istediyse de telefon ettirdim.

On gün sonra emekli dilekçesini verdi. Ve çarşıda zücaciye dükkanı açtı, bir ay geçince Öğretmen evi kartı çıkarmak için bana uğradı.

O solgun, bitik yüz al al olmuş, dirileşmiş, canlanmıştı.

Kendisi şu itirafta bulundu:

“Müdürüm, Allah yüz bin defa sizden razı olsun. Telefon meselesinden sonra düşündüm. Zannediyordum ki bensiz o okul ayakta duramaz. Kendimi çevre sorumlusu yapmıştım. Emekli olup okuldan ayrılınca bazı öğretmenler, pencereleri açarak beni öğrencilere yuhalattı. Geçenlerde okula uğradım, bazı öğretmenler bana ‘hoş geldin’ bile demedi. Şu anda okulu yöneten arkadaş, benden daha disiplinli, daha düzenlidir. Her şey mükemmeldir. Eskiden zar zor cuma namazlarına gidebiliyorken şimdi beş vakti camide cemaatle kılıyorum. Haftanın iki günü toptancıdan mal alıp dükkâna getiriyor, emekli bir amcayı da çalıştırıyorum. Oh be dünya varmış. Ben ne bulunmaz ‘Hint kumaşıymışım.’ Ben hiçbir şey değilmişim. Kendi kendimizi aldatıyormuşuz. Keşke ben on yıl evvel emekli olaydım. Ahreti ihmal ederken dünya işini de tam yapamamışız…”

Makamdayken insan, dostunu düşmanını da fazla tanıyamıyor, o koltuktan ayrılınca etrafınızdaki bütün dalkavuklar sırra kadem basar, hakikiler bir elin parmakları kadar kalır. Bütün makamların akıbeti budur. İnancımıza göre de makamdan şeref almak yerine makama şeref vermek gerekiyor…