Eski tarihi Hasankeyf'te yaz mevsimi bir başkaydı. Güneş alabildiğine ısıtır, sanki gökten değil de yerden kalorifer kazanı oluverir. Ancak Dicle Nehri'nden gelen serinlik, o sıcaklığı tatlı bir şekilde ılıklaştırırdı. Saatlerce uzak köylerden sebzesini, meyvesini, yoğurdunu hatta hayvanını bile canlı satmak için gelmiş köylü erkek ve kadınlar, kasabalı daha çarşıya uykudaki mahmurluğunu üzerinden atıp gelmeden önce Belediye sebze-meyve haline dökülmüştür.

T şeklindeki çarşıda keskin pazarlıklar yapılmaya çoktan başlanmıştır. Eğer köprü ayağındaki kahve, otel ve lokanta olarak hizmet veren binanın balkonundaysanız. Çarşıdaki bu sabah hareketliliğini gözler, bazen acı bazen sevinçli manzaralarla karşılaşırsınız.

Yine mutad olduğu şekilde sabah namazından sonra köprü ayağındaki balkonunda oturmuş, çayım ve kalın defterim önümdeydi. Biraz ötede de kasaba eşrafından uykuyu sevmeyen veya karısının dırdırından kaçmış birkaç orta yaşlı zat, olgunlaşmış cevizlerin daldan düşüşü gibi oraya dökülmüştü. Kısa ancak kalıbına dolgun çavuş gelip yanıma oturdu. Ona çay söyledim. Fakat tedirgin bir haldeydi. Adeta kurdun sürüden bir koyun kapmasına benzer bir durumdaydı. Belki de bir şüpheli, suçlu peşindeydi veya birini arıyordu. Durmadan gözleriyle kalabalığı kolaçan ediyordu.

Bir ara bana:

“Hocam, bugün ne yazacaksın?”dedi.

Fazla düşünmeden: “Bugün galiba seni yazacağım” dedim ama dememle ayağa fırladı.

Kalabalıkta ondan daha iri, uzun çam yarması gibi olan Raman Dağı’nın Hasankeyf’e bakan yamaçtaki Göçer Ağası Ebuzer’i durdurdu. Birkaç kelime konuştuktan sonra ona: “Eğil” dedi.

Şaluşapik giymiş, başındaki siyah agaliyle düzgün fiziki ve efendiliğiyle kasabada sevilen sayılan, yakışıklı adam eğildi. Çavuş, onun başındaki agali çıkardı. Kasaturasıyla onu üç beş parçaya ayırdı. Sonra Ebuzer’i Terzi Selman’ın dükkânına soktu. Davut Nergis yapımı bir şapkayı kafasına geçirdi. Terziye de otuz lira ödettirdi. Fakat kafa çok büyük olduğundan şapka tepede sırıttı.

Adamı dışarı çıkardı ve ona: “İşte şimdi adama benzedin” dedi.

Ebuzer’in bütün kanı yüzüne toplanmıştı. Eminim o anda ona kurşun sıkılsaydı, bıçaklansaydı, bir damla kanı akmayacaktı.

Çavuş, bir kale fethetmiş kumandan edasında bize doğru yürürken ötemde oturan zatlar konuşuyordu:

“Ne kendini bu duruma soktun Ebuzer?”

“Başına bir şapka giyeydin veya baş açık olaydın.” “Ya, yaaa.”

“Yazık, çok yazık...”

Çavuş, bizdeki renk değişikliğini fark edecek ki ne benim ne de o zatların yanına oturdu. Orta yerde iskemleye çöktü ve duyacağımız şekilde konuştu:

“Adamı kaç defa ikaz ettim. Burası Yolgeçen hanı gibidir. Kaymakam, Vali, Komutan geçiyor. Agalla gelme dedim. Ama dinleyen kim? O yine bildiğini okudu.

Ebuzer, köprüye doğru yürüdü. Tam köprünün ortasına vardı. Beline sardığı Çefiyi çıkardı, kafasına agal olarak bağladı. Başındaki şapkayı eliyle tutup var kuvvetiyle Dicle’nin melul melul akan suyuna fırlattı.

Kızgın bir şekilde kasabaya baktıktan sonra hızlıca yamaçtaki çadırlara doğru yürüdü. İki yıl boyunca bir daha Ebuzer’i kasabada görmedim...

Editör: MEHMET REŞAT YİĞİZ