Her ne hikmetse büyük şehirlerdeki dini bayramlarda canım hep sıkılır. Köyümü, kasabamı arar, dururum.

Çocukken önce köyün bir ucundan dalar, öbür ucundan çıkardık.

Naylon poşetteki ortası delik ve kağıt şekerleri sarkıta sarkıta, avucumuzdaki madeni paraları kırdıra kırdıra koşardık. Tabi bu hareket bayram namazından sonra olurdu. Şafakta köyün minnacık camisine damlar, dizlerimiz üzerine çömelirdik. Müezzin Kara Hüseyin'in yanık yanık Kur'an okuyuşlarına kapılıp giderdik. Çocuktuk ya ara sıra da gülerdik.

O zaman büyük amcalar bizi azarlardı:

“Şunlara bak, şunlara...”, “Kovun bunları! Atın dışarıya!”, “Allah'ın evinde hiç gülünür mü?”

“Döverim sizi, ha.”

“Çocuk çocuk bunlar, alışırlar.”

“Bir daha yapmayın.”

Köyde bayram namazından sonra camiden çıkanlar, sıraya dizilir, herkes birbiriyle bayramlaşırdı. Küsenler barışır, ihtiyarlar ziyaret edilirdi. Sevinç üzüntüyü örterdi. Evimizde yedi sekiz kilo şekerin harcandığını bilirim, Annem çocuklardan yakınırken babam: “Bırak hatun, Kim ne alırsa alsın, Bugün çocuk darıltacak, kalp kırılacak gün müdür?” diye sık sık tembihlerdi annemi...

...

1974 Senesinde İstanbul'a geldiğimiz ilk sene Ramazan Bayram'ı kışa rastlamıştı. Cadde, sokak sessizdi. Aldığımız çikolata masanın üzerinde duruyor, kapı bile tıkırdanmıyordu.

Bayrama hazırlanırken ev sahibimiz, hanıma:

“Sakın çok şeker almayın, burası ne bizim ne de sizin memlekete benzer, kimse gelmez. Eğer üç beş tanıdığınız varsa o ayrı (O zaman da hiçbir akrabamız burada yoktu. Daha sonra onların çoğunu biz çektik.) Yarım kilo hatta 250 gram şeker bile yeter. Bayram gelmeden önce tuhaf olmuştuk.

Apartmandaki komşuların da bayrama gelmez.

Üstteki, alttaki komşunla merdivenlerde, kapı aralığında karşılaşırsan bayramlaşırsın. Hatta beş on gün sonra da karşılaşırsan başınla temenna olursun. Anlayacağınız evin içinde hapissin.

 Onun için bir kiloluk çikolata masa üstünde yerli yerinde duruyor, tıpkı Amerika’nın Altıncı Filosu gibi ağırlaşmış. O güzelim şekerlerin ayağı olsaydı bir ağıza koşa koşa giderdi.

Hanım mutfakta öğlen yemeği yapmakla meşgulken ben de "Yalnızız” romanını açtım.

Satır aralarında gözün ağırınca hanımla başlarsın köy, kasabadaki bayramları anlatmayı, evlerde kurulan yer sofralarını, herkes gücüne göre etli pirinç pilavını, pirinç çorbasını, kaysı hoşafı kaşıklayışını, köy ve kasaba meydanında misket, birdirbir oynamayı, ip atlamayı, karın şişkinliğini indirmek için koşmayı, demir paranı kaçıran o koca kafalı çocuğu kovalamayı dillendirirsin. Ancak ne yaparsan yap, teselliyi bulamazsın. Çünkü kitabın her sahifesinin başındaki “Yalnızız” kelimesi, pusudaki düşman gibi hücum eder sana.

Bayramın birinci günü, herkes kendini ağırdan alır, “Başkası bize gelir düşüncesiyle” evinden çıkmaz. İkinci, üçüncü gün birbirini ziyaret edenlerin çoğu birbirini bulmaz veya sokakta karşılaşır, nihayet bayram biter.

On beş, yirmi gün, hatta iki ay sonra da samimi arkadaşını, dostunu otobüste, dolmuşta, istasyonda, çarşıda, kahvede görürsen geçmiş bayramlarını kutlayarak dostluğu, arkadaşlığı korumuş, olursun. Çok samimiysen açarsın evden bir telefon, yüz yüze gelmek de neyin nesi. Aaa, sen yabancı mısın a canım?

Hepinizin Ramazan Bayramı'nı canı gönülden kutlar, sağlık ve sıhhatla uzun ömür dilerim...

Editör: Yunus Yasak