İlkokul öğretmenimiz, dindar, sevilip sayılan biriydi. Görevini hakkıyla yapan, dürüst, çalışkan ve namuslu biriydi. Genelde herkes ondan gayet memnundu. Erzurum’un on iki kardeşli bir ailesine mensuptu.

Bize sık sık şöyle derdi:

“Hayatınızı babanız, hayattayken kazanmaya çalışınız” dedikten sonra hayat hikayesini kısaca şöyle özetlerdi:

“Bir köyde, on iki kardeşli bir ailede büyüdüm. Tek geçim kaynağımız babamın idare ettiği bakkaliye dükkânıydı. Ortaokulda okurken sigara gibi kötü bir alışkanlık edinmiştim. Her gün babamın dükkânından bir paket sigara alıyordum. Babam da biliyordu. Babam öldüğü gün, onu defnettik ve bakkaliyeye döndük. Ağabeyim, hemen kasaya geçti. O an çok efkarlıydım. Elimi bir paket sigaraya atınca abim, bileğimi tuttu: “Ne yapıyorsun?” dedi. Dünyam başıma yıkılmıştı. Duvarın arkasına geçtim. Hüngür hüngür ağladım. Bunun üzerine çalıştım. Yatılı okula girdim, öğretmen oldum...”

...

Bu sevgili öğretmenimizi bir dağ köyünde bulunan Ezidi köyü sandık başkanı yapmışlardı.

O dönem Müslüman ile Ezidi’nin birbirine güvenmediği bir dönemdi...

Öğretmen benle bir arkadaşı, babamızdan izin alarak beraberinde o köye götürdü. Köy hep akrabaydı. Uzun yıllardan beri aynı kişi tarafından yönetiliyordu. Ona karşı rakip de yoktu. Sabahleyin bir saat içinde kadın, erkek, herkes oyunu sandığa attı. Ancak akşam saat 17.00’yi beklemek zorundaydık...

Öğretmenimiz, kahvaltıyı yediğimizi bahane etti. Onlar da öğle yemeği için oğlak kesti. Biz de öğretmenimizin evde hazırladığı bol komanyayla köyün altında miskin miskin akan dere kenarına indik. Öğretmen çok donanımlı gelmişti. Haşlanmış yumurtalar, domates, biber, salatalık, beyaz peynir, zeytin, bol miktarda ekmek ve içilecek ayran ve su. Anlayacağınız o yaz günü piknik yaptık.

Öğlenleyin muhtarın büyük oğlu geldi. Sizi yemeğe davet etti.

Öğretmen ona: “Git, birazdan geleceğiz” dedi. Ama dönmedik.

Bir iki saat sonra muhtarın başka bir oğlu gelip bizi yemeğe çağırdı.

Ona da:  “Git, geleceğiz” denildi.

Ancak saat 17.00’ye çeyrek kala köye geldik. Sandığı açtık. Muhtarı ilan ettik.

Ama herkesin suratından düşen bin parça oluyordu. Bizimle tek bir kelime konuşmadılar. Hatta yanımızda bile pek durmadılar. Yola koyulunca muhtar, misafir uğurlamanın gereğini yaparak bize şoseye kadar, servis arabasına kadar eşlik etti.

Orada muhtar fazla Türkçe bilmediğinden Kürtçe şöyle dedi:

*Zarokno, ji mialme xwe re bibâjin. Ewa si sali ez muxtarâ gunde xwe me. Li mala min qaqpapik, seccade ü misine destnimâje ji heye. Penç kurân mın hene. Ku iro cenaze her penca li ber min bana, ez ewqas pâ ne diâşam. (Çocuklar, öğretmeninize söyleyin. Otuz yıldan beri köyümün muhtarıyım. Evimde takonya, seccade ve abdest ibriği vardır. Beş oğlum var. Eğer bugün beşinin cenazesi önümde olsaydı da bu kadar üzülmeyecektim. Bu hakaret beni kahretti...”

Arkadaşım F., fazla Kürtçe bilmediğinden öğretmenimize ben tercüme ettim.

Öğretmenimiz, kerhen, hafif bir sırıtmayla geçiştirdi...

Arkadaşım F., ile çok üzüldük...

Aradan altmış bir yıl geçmesine rağmen maalesef bu olayı bir türlü unutamadım...

Editör: Yunus Yasak