Geçen hafta Mardin Cezaevi önündeki kanlı katliamı tüm Türkiye duydu.

Dört yaşındaki çocukların bile kafalarına sıkıldığı bir merhametsizlik olayı yaşandı.

Mynet Haber Sitesinin 21 Eylül 2013 tarihli haber metni kısaltılmış bir şekilde şöyleydi;

Aralarında husumet olan aileler Cezaevi ziyaretini bitirdikten sonra Cezaevi önündeki kadın ve çocuklarına rastgele ateş açtı. Emine İpek’in çocuklarının üzerine kapandığı, yaralı olarak annesine bakan bir çocuğu gören saldırganın dönüp başına bir el daha ateş ederek onu da öldürdüğü belirlendi.

Ayşe Sürer (38), çocuğu Süleyman Fırat Sürer (4) ile Emine İpek (27), çocukları Nizamettin (7) ve Narin İpek’in (10) kan davasına kurban gittiği ortaya çıkarken, olayın ayrıntıları da kan dondurdu.

Düşman aile tarafından tehdit edildikleri için Diyarbakır’a yakınlarının yanına sığınan Sürer ve İpek ailelerinin fertlerinin iddiasına göre iki ailenin yakılarak yok edilmek istendiği bu kundaklamayla ilgili Diyarbakır’da hiçbir soruşturma açılmadığı ve olayın üzeri kapatıldığıydı

Bazı görgü tanıkları, şoke olduklarını nöbet kulübelerindeki askerlerin 15 metre önünde bu vahşetin yaşanmasına rağmen askerlerin donup kaldığını savunarak “Askerler tek el bile havaya ateş etse belki bu katliam olmazdı” dedi. Görgü tanıkları, özellikle görüş günlerinde polisin cezaevi önünde ekip görevlendirmemesini de tepki göstererek, “Bölgenin hassasiyetleri ve husumetler biliniyor. Eğer bir polis ekibi olsaydı belki bu katliam yaşanmazdı” diye konuştu.

Evet, sevgili dostlar, nerden nereye?

30 yılı aşkın devam etmiş olan kirli savaş yüzünden mi, yoksa tüm Ortadoğu’yu etkisi altına almış olan toplumsal cinnetten midir, bilinmez ama insanımız maalesef insanlıktan çıkmış, hiç olmaması gereken bir yere gelmiştir.

Tülbentini (çarık) çıkaran bir kadın için bile kavgaların, çatışmaların durduğu bir gelenekten, küçücük çocuklara tekrar tekrar ateş edilmesine geldik.

Sosyologlar, Psikologlar ve hatta din adamlarının bu konuya bir el atması lazım.

Kötü bir yere doğru sürükleniyoruz.

Mertlik ve insanlıklarıyla tüm Dünya’da hayranlık uyandıran insanım maalesef bu özelliklerini mazide bırakmıştır.

Bunda, yaşanmış kirli savaşın toplumda bıraktığı travma izleri mi var?

Yüce İslam dininin yeterince yaşanmaması mı insanımızı birer ölüm makinesi haline getirmiştir?

Adına ne derseniz deyin, ortada korkunç bir tablo var

Bilge Köyü Katliamı ile birlikte son yıllarda sayıları hızla artan ve aralarında tanıdığımız, bildiğimiz insanlarında acı hikâyelerinin olduğu bu olaylar hayra alamet değil ve gelecekte yaşanacakların da bir ön sinyali gibi

Bir tespitte bulunmak isterim;

Bu Cuma namazında cami imamı şunu söyledi; bir insanın bile hakkının yenilmesi durumunda hakkı yiyen kişi bunun cezasını çekecektir. Bu sabah camiyi açmaya geldiğimde zor nefes aldım. Yakılan anız tüm şehri kuşatmıştı. Astım, bronşit, nefes darlığı çeken yaşlı ve hastaların bu durumda ne kadar zorda kaldıklarını düşündüm. 450 bin nüfuslu bir şehre bu zulmü kim yapıyorsa bilsin ki 450 bin kişinin temiz hava alma hakkını gasp etmiştir ve azabı çetindir. O mahsulden belki bu sene bereket görecektir ama ileri de asla. Ayrıca bunun hesabını da Allah’a verecektir.

Diyorum ki Sevgili Okuyucular, doğaya bu kadar hoyratça davranan, milyonlarca insanın temiz hava hakkına tecavüz eden, sayısız börtü böceği yakan kişilik yoksunu bu tür insanların bu tür cinayet ve katliamlar ile bir ilişkisi olabilir mi? Öyle ya, bu gün doğaya, toprağa, yarın hayvana değer vermeyen bir zihniyet nasıl olurda bu tür katliamlar işlemesin. Yani demem o ki, doğaya bu kadar hoyratça davranan zalimler elbette ki katliamlar da işleyebilecekleridir.

Evet, işleyebilirler. Bunun sayısız örneğini görmedik mi? Sırf zevk için hayvanlara eziyet eden, yaş ağacı kesen bir zihniyet kadına da ateş eder, yaralı bıraktığı ve annesine sürüklenerek giden çocuğa da ikinci kez ateş edebilir

Biz böyle değildik.

Biz değiştik ama maalesef müspet değil de menfi yönde bir değişme

Okuduğum bir kitap ile ilgili not. İyi okumalar dileğimle

Eserin ismi Bozbulanık. Yazar, Nezihe Meriç. Can YayınlarıKitap ilk 1953 yılında okuyucusuyla buluşmuş. Kısa hikâyelerden oluşan kitapta yazar olayları sonu ile birlikte vermemiş, ipuçlarını vererekten okuyucunun tahminde bulunmasını istemiştir