Kardeşimle beraber terziye gideceğimizi duyunca garip bir heyecan sarmıştı ikimizi. Takım elbiseyi hangi renkten seçeceğimiz konusunda derin bir araştırmaya girmiştik. O yıllarda henüz siyah ve lacivertin tonları ile tanışmamıştık, hayatımızda gri nedir bilmezdik, biz sadece tozpembenin büyüsüne kapılıp giderdik. Masumduk, zeytinle yeni tanışmıştık, cizlavitten kunduraya yeni geçiş yapmıştık ama pantolonlarımız ispanyol paça idi ve ayakkabılarımızın ökçesinin altına çaktığımız demir puntolar yürürken tak tak ses çıkararak özgüvenimizi artırıyordu.

30 Tonluk Kantar’da Emrullah Hoca’nın başında durduğu manyetolu telefon, bahçelievler mahallesinin ortak değerlerinden biriydi. O ilk alo sesini Söke’deki ablamla yaptığımız ilk telefon görüşmesinde duymak o günkü hayatımızın en gurur verici öykülerinden biriydi. Abilerin favorileri henüz uzatılmamıştı ve sağ-sol diye bir kavram mahallemizin kapısından içeri girmemişti, küçük dünyamızda mutlu küçük çocuklardık.

Her akşam yemeğinde babamızı görmenin mutluluğu yuvamıza farklı bir sıcaklık yayıyordu. Şair de buna ilişkin bir duyguyu o kadar güzel terennüm etmişti ki:

 “dünya dönüyor, işte ispatı / babamız her akşam dönüyor eve ”

Annemiz ve ablalarımızda arefe akşamı bir garip telaş sezinliyoruz. Japon Pasajı’ndan itinayla seçilmiş, alınmış ve hamur gibi özenle yoğrulan kınalar ellerimizi ve ayaklarımızı süsleyecek bayram sabahı. Ah bir de o kına kokusu yok mu, çocuk ciğerlerimize dünyanın en güzel parfümü olarak teselli verirdi. Sacide Ablamız elimizin ayası ve parmaklar üzerinde ince bir sanat gösterisi yapar, ellerimiz bayram sabahına bir Picasso tablosu gibi kavuşurdu.

Arefe günü ikindi vakti mezarlık adeta bir panayır alanı gibiydi. Çoluk-çocuk, yaşlı-genç, kadın-erkek ayrımı olmaksızın bütün Batman mezarlığa akın ederdi. Yıllar sonra İzmirli olan eşim Nursal, ben İzmir’de yaşarken bir gün kahvaltıda hayatım boyunca hiç unutamayacağım enteresan bir cümle kurmuştu:

“ben ölünce beni Batman’a gömersiniz. Ölülerine bu denli sahip çıkılan başka bir memleket görmedim.”

Evet ölülerimize sahip çıkıyorduk, bayramı önce onlarla yaşıyorduk, mezar yeri bayram yeri oluyordu. Hasılı  dualar, Kur’an tilavetleri koca koca insanların kaybettikleri için akıttıkları gözyaşlarına ve çocuk seslerine karışıp gidiyordu.

“Konsun – yine - pervazlara

Güvercinler,

‘hu hu’lara karışsın

Aminler...

Mübarek akşamdır;

Gelin ey fatihalar, yasinler...”

Yastığımızın altına sakladığımız pabuçlarımızı sabahleyin gün doğmadan ütülü takım elbiselerimizle giydiğimiz gibi caminin yolunu tutardık. Bayram namazını müteakip en fazla ilgimizi çeken ve gerçek bir sosyalleşme seramonisi olduğunu düşündüğümüz bir uygulama dikkatimizi çekerdi. Camiye gelen cemaat istisnasız birbiriyle bayramlaşıyordu. İlkin hocayla tokalaşan kişi onun yanına diziliyor böylece cami içinde oluşan uzun bir sıra ile bayramlaşma gerçekleşiyordu. Yıllar sonra başka yerlerde kıldığımız bayram namazlarından sonra hiç kimseyle tokalaşıp bayramlaşamadan evin yolunu tutmak zorunda kaldığımızda o bayramların kıymetini daha iyi anlayama başladık.

Eve geldiğimizde annem bayramlık kahvaltıyı hazırlamış olurdu, aceleyle karnımızı doyurup akşama kadar sürecek akraba ziyaretleri turumuz hem heyecanlı hem zevkli hem de yorucu olurdu.

Nadire ve Ayşan Hala bize çocuk şekeri vermezdi onlar büyüklere verilen misafir şekerinden bize ikram ettiklerinde gururumuz okşanırdı. Büyük adam yerine konuyorduk, kendimize olan güvenimiz kat be kat artıyordu. Kınalı ellerimizle öptüğümüz birçok kınalı el harçlıklarımızı cebimize yerleştiriyordu. Akşam olduğunda deste deste paralar, şekerlerle dolu cepler ve kulağımızın arkasına iliştirdiğimiz Marlboro sigaralar…

Her şey güzeldi ama ah o sigaralar yok mu.. Bayram günü adet olduğu üzere hiç bir yetişkin hiç bir çocuğun sigara içmesine karışamazdı. Çoğumuz bu ilkel gelenek sonucunda küçücük yaşlarda tiryaki olup çıktık. Şimdiki uygulama nasıl bilmiyoruz ama umarız şu anda böyle banal bir uygulama yoktur.

Toplu mesaj diye bir ucube yoktu, kiminle bayramlaşman gerekiyorsa gidip onu bulman ve yüz yüze bayramını kutlaman gerekirdi. Böylece bayram sabahı dıt dıt diye başlayan mesaj sesleri gün batımına kadar soğuk espriler yapmaya devam etmezdi. İletişim şu anda olduğundan çok daha fazlaydı. Cep telefonumuz yoktu ama düşen yapraktan, kaçan kediden ve uçan kuştan anında haberimiz olurdu. Bin bir rica ve minnetle eve bağlattığımız ve yüklüce para ödeyerek kullanmaya başladığımız o yuvarlak çevirmeli telefonlardan sonra samimiyet yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Artık birbirini görmeden başlayan bayramlaşmalar ömür boyu bu şekilde devam etmeye başlayacaktı. Bayramların sıcaklığı, güzelliği, içtenliği ve ihtişamı ellerimizden, avuçlarımızdan kayıp gitmeye başlayacaktı.

Kızkaçıran alacak kadar paramız olmazdı ama taşa veya betona sürtünce ateş almaya başlayıp koku ve duman yayan barutlu küçük noktalı oyuncaklar en iyi eğlencemizdi. Bir de patpat dediğimiz ucuna barutlu mermi takabildiğimiz tabancalarımızı ceketin altına gizlerdik, silah taşıma hevesi büyük adam olma serüvenimizin en önemli duraklarından biriydi.

Mahalle arasına kurulan lunaparklar topladığımız bayramlık paralarımızı harcayabildiğimiz muhteşem alanlardı. Bir de bisiklet kiralayıp iki tur atacak kadar para artırmışsak keyfimize diyecek yoktu.

Bayramın birinci günü biz çocukların iken ikinci ve sonraki günler ise büyüklerin bayramına dönüşüverirdi. Artık gruplar halinde dostlar, arkadaşlar, akrabalar evler arasında mekik dokumaya başlardı. Ziyaretler kısa olurdu, şekeri, kahveyi, tatlıyı, sigarayı alan yerini kendinden sonra gelene bırakıyordu. Her evde bir kişi kapıya gelen çocuklara verilecek şeker için nöbetçi olurdu. Kapının çalınması, gizli bir yere konan şeker tepsisinin alınması, her çocuğa bir adet şekerin verilmesi, o cıvıltılar arasında şeker dağıtmanın verdiği haz dün gibi canlı duruyor karşımızda.  Şekeri dağıtan, çocuklara karşı teyakkuz halinde olmalı. Boşluğuna geldi mi tepsinin üzerinde kaç tane şeker varsı hepsi bir anda cebellezi yapılabilirdi. O nedenle dikkatli olmak lazımdı, 3-4 şeker türü vardı ve gelenlerin yaş ve görüntülerine göre herkese yakışan şekeri vermek de bir ustalık gerektirirdi. Kendini genç sanan birine “Türkan Şoray göbeği” diye tabir edilen şekerden daha düşük kalitede bir şeker vermeye kalkarsanız bunu ona kabul ettiremezdiniz. Davul dengi dengine çalardı.

Eğer oruç ayından yeni çıkmış ve ramazan bayramına girmişsek ilk gün yediğimiz abur cuburlardan, fazla şekerden ve sigaralardan dolayı akşam vakti mide fesadına uğrardık. Bulantı başlardı ve yatıncaya kadar soğuk terler dökerdik. Bugünkü gibi İphone’larımız yoktu. Adımsayar programıyla günlük kaç adım atardık emin değiliz ama muhtemelen 30.000 adımın altında olmazdı. Zira akşam eve geldiğimizde ayaklarımıza kara sular indiğini fark ederdik. Bayram hem sevinç her yorgunluktu, hem telaş hem mutluluktu.

Bayram geliyor diye uzak diyarlardaki ve hatta yurtdışındaki akrabalar, arkadaşlar yavaş yavaş sökün etmeye başlardı. Bayram biraz da onlarla renklenir, neşeli hale gelirdi. Büyük aile ortamlarında çocuklar olarak bayramın coşku, heyecan ve güzelliklerini dibine kadar yaşardık. Şimdi Ankara-İstanbul’daki evlerimizde çocuklarımız kahvaltı öncesi mahmur gözlerle elimizi öpüp harçlıklarını aldıklarında bayram tamamıyla başlamış ve bitmiş gibi bir hal almakta. Bugünün çocuklarının zaman tüneline girip bizim çocukluğumuzdaki bir bayrama tanıklık etmelerini çok arzulardım.  Bugünle o yılları karşılaştırınca ağzımızdan o sitem ve hüzün dolu meşhur cümle dökülüyor işte:

Nerde o eski bayramlar..

Belki de hiç bir yerde.. Geçmiş bir zamanda, bir hayal dünyasında yaşandı ve bitti. Şimdi sadece o günlerin hatırası, ölmüşlerin anıları, ayrılanların özlemleri, hasretleri var.. Sözünü ettiğimiz Batman’ın o tarihteki bayramları yaşanıyorken Batman küçücük bir ilçeydi. Sokağa çıkınca herkesi tanıyordunuz. Bankalar Caddesinde bir tur attığınızda orada yürüyenlerin nerdeyse yarısıyla selamlaşır hal hatır sorardınız. O nedenle bayramlar ayrıcalıklıydı, kalabalıktı, samimi ve güzeldi. Şimdilerde Batman’a geldiğimizde uçaktan inip tekrar bininceye kadar yürüdüğümüz sokaklarda tanıdık bir sima ile karşılaşmak nerdeyse bir mucize oldu. Büyüdü, büyüdü kocaman bir şehir oldu. Kim kime dum duma halleri oluşunca maalesef o eski sevecenlik de yerini şehrin kalabalığına ve balkonsuz evlerine terk ediverdi. Daha dikkatli bakınca anlıyorsun ki bir devir kapandı ve açılan yeni devirde robotların bayramlaşması dışında ilgiyle izlenecek anlamlı bir film de vizyona pek girecek gibi durmuyor.

Bu yazıyı abi-kardeş yazdık, o yılları yad etmek için daha bir çok kaleme de ihtiyaç var, o nedenle büyüklerimiz fırsat buldukça hatıralarını kaleme alsınlar, paylaşsınlar, sevgiler büyüsün mutluluk yayılsın isteriz.

Nice bayramlara, kınalı ellerinizi öpenleriniz çok olsun, cepleriniz para dolsun, keyfiniz bol olsun.

Editör: TE Bilişim