Gazetecilerin “hızlı” olmaları bir gün içinde yaşadıklarının çokluğuyla açıklanabilir. Sabah bir şehirde, öğlen başka bir şehirde, öğlenden sonra bir köyde, akşamüstü bir nehir kenarında, gece ise kalabalık bir yemekte olabilirler. Böyle 24 saatin içine 4-5 ayrı gün sığabilir!

 

Bizimde “Sason Günlerimiz” böylesi bir tempo ile başlıyor. Buradaki pusulamız olan Fahrettin Yıldız, bizim Diyarbakır’dan kiraladığımız otomobile şöyle bir bakıp “bu kalsın” diyor:

 

-Benim pikap ile gidelim!

 

Bölgenin gerek doğal yapısı gerekse geleneksel “ihmal edilmişlik” yüzünden ilçe merkeziyle köyler arasında yolların bazı bölümleri doğrudan “arazi aracı” için kullanışlı halde bekliyor. Çukurlar, tümsekler arasından geçerken bir de bakıyorsunuz ki, bir derenin sığ sularındasınız.

 

Bu yollardan geçerek yıllarca köylerdeki çocuklara okuma yazma öğretmiş Fahrettin Yıldız, yollardaki bütün olası sürprizleri biliyor. Ona göre önlem alıp her zaman bir B planı da yaparak ilerliyor.

 

Sason ve çevresinde nereye giderseniz gidip mutlaka bölgenin efsanevi zirvesi Mereto Dağını görüyorsunuz. Doğal güzellikleri bir yana ayırırsanız maddi olanakların çok kısıtlı olduğu bütün bölgelerde olduğu gibi Sason’da da maneviyat çok güçlü… Efsaneler, inanışlar, söylenceler, ziyaretler, adak yerleri, dini mabetler ile yaşamı açıklayan gerçekler birbirleriyle örtüşerek zamanın örtüsünü oluşturuyor.

 

Bazen elle tutulan, gözle görülen bir gerçek ile yüzyıllar öncesine dayanan söylenceler üst üste gelebiliyor. Mesela Mereto Dağı zirvelerindeki Müslümanların ziyaret yeri olan Şeyh Bazid için anlatıların biri de şöyle:

 

-Şeyh Bazid kartal terbiyecisiydi. Kartalları evcilleştirmeden ehlileştirir, onların avlayıp getirdikleriyle yaşamını idame ettirirdi.

 

Bu mucizevi yeteneğin günümüzde karşılığı olabilir mi? Ama biz Ergönül Köyünden geçerken sanki Şeyh Bazid’in torunu görüyoruz: 11 yaşındaki Yusuf Işık, kolunda duran 5 haftalık yavru kartala uçuş eğitimleri yaptırıyordu! Eğer fotoğrafını çekmeseydik, biz de efsanenin içinden geçerken hayal gördüğümüzü zannedebilirdik!

 

Fahrettin bizim gibi şaşırmıyor. O bu toprakların çocuğu böylesi olağanüstüler ona sıradan gelebiliyor!

 

Yola devam ediyoruz. Daha doğrusu tırmanmaya… Çünkü Sason’da yol demek dik yokuşlar anlamına geliyor.

 

Bir ara iki zirve arasında uzun bir düzlük oluşuyor. Duruyoruz, Fahrettin karşımızdaki dağın boynunda yeşil gerdanlık gibi duran yerleşimi gösteriyor:

 

-İşte Hatne Köyü… Oraya gidiyoruz!

 

Köy tabelalarında “Çalışılar Köyü” olarak geçen bu kartal yuvası yerleşimde Sason’un son Ermenilerini göreceğiz.

 

Köye yaklaştıkça bizi bir hizmet sürprizinin beklediğini görüyoruz. Yola asfalt dökülüyor. Köy için iyi. Bizim içinse güzel bir coğrafyada uzun bir yürüyüş demek. Aracı köye gelmeden yolun kenarına bırakıyoruz. Muhtar İlhami Cin de çalışmalara eşlik ediyor. Fahrettin Hocalarıyla sarılıp öpüşüyorlar. Aracın kontak anahtarını muhtara bırakıp yaya olarak tırmanmaya devam ediyoruz. Hiç abartısız söylüyorum eğim 30 ile 45 derece arasında. Fahrettin bütün keçi yollarını da biliyor. Kısa, dik ama kestirme yoldan Taş ailesinin bir arada yaşadığı eve geliyoruz. Cemal Taş, bizi yıllardır hasretini çektiği ve beklediği bir dostunu kucaklarcasına sevgiyle karşılıyor. Tanışmıyoruz. Ama bu önemli değil. Geldik ya!.. Bizim geleceğimizi biliyorlar. Fahrettin bir gün önceden haber vermiş.

 

Cemal Ağabey 1938 doğumlu. Karısı Feride ise 1942’li… İncecik fiziğiyle gençlikteki zarafetini koruyan bu çileli kadın 10 çocuk doğurmuş! Ama yanlarında sadece biri var: Nuran!

 

Nuran ile karısı Perinaz’ın Suzan, Rita, Şahin, Senel ve Arat isimli 5 çocuğu var.

 

On kardeşin en küçüğü olan Sabriye anne-baba ziyaretini gelmiş İstanbul’dan… O da ablaları ve ağabeyleri gibi İstanbul’da yaşıyor.

 

Gazeteciler ne yazık ki, mağduriyet yaşamış insanlar nezdinde “güvenilir” değiller. Acaba bize bir “kötülük” yapabilirler mi? Bu endişe zorlu coğrafyalarda daha fazla kendini gösteriyor. Sonuç olarak biz de bir Türk Gazetecisiyiz. Aile kendince bir önlem almış: Mavi boyalı küçük pencerelerine minik bir Türk bayrağı iliştirmişler! Bu egemen ulusun onlara yaşattıkları travmanın bir sonucu elbette…

 

İlk önce havadan sudan başlayan sohbetimiz ilerledikçe gerçeklik virajlarından dönerek bölgede yaşananların izlerine ulaşabiliyoruz. Cemal Taş sorum üzerine doğum tarihi ve yeri hakkında diyor ki:

 

-Ben burada doğdum. Sadece ben değil, babam, dedem, onun dedesi hepsi burada doğdular!

 

Kendilerini ziyarete gelenlerin olduğunu anlatıyor. Ama onlarla çok fazla anlaşamadıklarından yakınıyor. Nedenini de şöyle açıklıyor:

 

-Bizim dilimiz eski Ermenice…     

 

Peki Ermeni geleneklerini sürdürebiliyorlar mı? Bu traji-komik bir soru… Hayatta kalmış olmalarını “Müslümanlığı kabul etmiş” olmalarına borçlular… Bütün manastırları, kiliseli yakılıp-yıkılmış olan bir halkın dini geleneklerini sürdürebilmeleri mümkün olabilir mi?

 

Acı gerçekleri telaffuz etmiyorlar. Sadece eksik yanlarımız var demekle yetiniyorlar. Ala bölgedeki bütün halkların ortak özelliği olan “misafirpervelik” onca yoksunluğa karşın kendini görkemli biçimde gösteriyor. Misafirleri için bir oğlak kesip haşlamışlar. Kadınlar tandırda ekmek yapıyorlar. Öğle yemeği aile buluşması şekline dönüşüyor.

 

Arkamızda 100 yıllık bir acı ve utançla Taş ailesinin evinden ayrılıyoruz.

Editör: TE Bilişim