Çözüm süreci olarak kabul ettiğimiz dönemdeki gelişmeler yaşandığında Türkiye kamuoyunun kabul ettiği bir gerçek vardı. Bu da atılan adımlardan sonra her kim süreci bozguna uğratır ve geri adım atarsa onun kaybeden taraf olacağının belirlenmesiydi.

Kaybedenin büyük kaybedeceği bilinen bir gerçekti ve bu nedenle insanlar bu somut düşüncede birleşmişlerdi.

Şimdi bir geri adım atma denemesi yaşıyoruz.

Her iki taraf da her ne kadar silah kullanmaya başlamış olsalar ve yapılan açıklamalarında çözüm sürecini bitiren tarafın karşı taraf olduğunu ifade etseler de bir yandan da sürecin ilerlemesi gerektiği görüşünü red etmiş değiller.

Hatta yapılan bütün operasyonlar, hava saldırıları, bombalamalar ve tutuklamalara rağmen hükümet süreci bitirmediklerini ve devam edilebileceğini söylemektedir. Muhataplar değişebilir ancak süreç devam eder açıklamalarından söz ediyoruz.

Öte yandan Kürt silahlı mücadele kanadının yaptığı artan oranda varlığını hissettirme eylemlerini de gözden çıkarmamak lazım. Özellikle baraj yapımlarının durdurulması için yapılan çalışmalar ve bu alanda çalışma yapan ekiplere yönelik saldırıları kast ettiğimiz belirtelim.

Suruç olayından önce yapılan karşılıklı operasyon ve eylemleri bir nevi peşrev olarak görmek de mümkün. Bu dönemde tarafların bir nevi test denemelerine tanıklık etmiş olsak da bu durum sürecin bitirilmesini gerektiren adımlar olarak görülmedi.

Ağrı Diyadin olayında da gördük ki vatandaşlar çatışma çıkmasını istemiyor.

Şimdi yapılan açıklamalarda deniliyor ki devlet varlığın hissettirmek zorunda kalmıştır!

Peki, sormak gerekmez mi devlet varlığını öldürmeden de gösteremez mi? Ya da başka bir söylemle devlet varlığını şiddet üzerinden değil de sevgi üzerinden hissettiremez mi?

650 bin kişilik bir orduya sahip olan devletin varlığını hissettirme çalışması elbette farklı yöntemlerle de olabilirdi. Mesela güney sınırlarımızda devlet varlığını çok iyi hissettirdi. Hem de hiçbir çatışmaya katılmadan bile. Rojavadaki savaş tüm sıcaklığı ile sınırlarımızda izlenirken devlet varlığını dünya âleme göstermeyi başaran adımlar attı. Aynı metot son dönemde de sergilenebilirdi. Lakin yapılmadı.

Hükümet meclisten almış olduğu sınır ötesi operasyon yetkisini Güneyde insanlığı katleden DAIŞ çetelerine karşı değil de bu katilleri durdurmaya çabalayan Kürt unsurlara karşı kullanınca durum farklılaştı.

Barış görüşmelerinin sürdüğü ülkelerin tamamında zaman zaman bu görüşmelere ara verilip çatışmalar yaşandığını biliyoruz. Buna bir nevi sinir boşalması da diyebilmek mümkün olsa da ortaya çıkan sonuçların yakıcılığına tahammül etmek elbette mümkün değil. Bu nedenle tek bir insanımızın bile parmağının kanamasını istemeyiz ve şiddetle karşı çıkarız.

Kürt sorunun çözümü noktasında ne devlet ne de PKK gücünü göstermek için özel bir çabanın içerisine girmek zorunda değil. Bizler hem devletin hem de PKK’nin neler yapabileceğini zaten çok iyi bilen vatandaşlarız!

Geçirmiş olduğumuz 30 yıllık çatışmalı süreç bunun örnekleri ile doludur. Bu nedenle bilek güreşine de sidik yarışına da bombalama eylemlerine de gerek yok.

Devletin F 16 savaş uçaklarının bulunduğunu üzerinde yazıların yazıldığı dev bombalarının varlığını biliyoruz. 40 kilometre uzaktan toplar atan obüslerini de biliyoruz. Bordo berelilerinden özel timlerine kadar dosta düşmana gücünü gösterebilen ordularının varlığını da biliyoruz. Bitmez tükenmez gaz bombalarının varlığını da ama bunlarla kendimizi vuramayız vurmamalıyız.

PKK’nin gerilla gücünün varlığından,güçlü bir tabanının bulunduğundan,destek bulan siyasal bir yapısının bulunduğundan,istediği alanda eylem gerçekleştirebilecek gücünün bulunduğundan da haberimiz var. Bombacısından tutun, suakastçısına kadar adamlarının bulunduğu güçlü bir istihbarat ağına sahip olduğu her türlü canlı ve cansız varlığı silaha dönüştürebilme yeteneğinden de haberimiz var. Mesela devlet F 16 ile Kandili vurduğunda Traktörlü karakol saldırısı gerçekleştirmesi buna örnek gösterilebilir. Ancak bu güçlü kendimizi vuramayız vurmamalıyız.

Şimdi birileri çıkıp neden devlet ile PKK’yi aynı kefeye koyduğumuzu bir birine denk silahlı güçlermiş gibi göstermeye çalıştığımızı eleştirebilir ve hatta suçlayabilir. Ancak bu yaklaşım yanlış olur. Biz ölüme ve öldürmeye karşıyız. Bu yetmiyor biz Kürtlerin ve Türklerin veya Türkiye’de yaşayan başka etnisiteye bağlı yurttaşların ölmesine, öldürülmesine de karşıyız. Hele hele bunun sorunların çözüm yöntemi olarak gösterilmesine de karşıyız. Hal böyle olunca da öldürenlerin yaptıklarını da hatırlatmakta fayda görmekteyiz. Ölüme karşı olduğumuzda öldürmeye karşı olduğumuzda bu amaçla kullanılan argümanlara da karşı olmamız doğaldır. Çünkü uçak da öldürüyor Traktör de öldürüyor.

Şimdi bu öldürmeler karşısında sesimizi kesip, mağduriyet edebiyatı mı yapacağız. Biri uçak kullarken diğeri traktör kullanınca sonuç farklı mı oluyor. Biri uçarak öldürürken diğeri sürerek öldürünce daha mı masum oluyor.

Hayır olmuyor. İkisi de öldürüyor ve biz bu ölümlerin bir an önce durdurulmasını istiyoruz. Sanırım 24 Temmuzdan bu yana yaşadıklarımız taraflara meselenin özetini gösterdi. Şimdi yol yakınken imralıya şans tanıyın ki içine düştüğünüz bu bataklıktan sizi tekrar çıkarabilsin. Yoksa korkarız ki daha fazla üzücü olaylar yaşayan ülke ve vatandaşlar oluruz.