Herhangi bir seçimin hemen ardından yaptığımız yorumlarda istediğimiz kadar yerel sorunlarımızı gündeme taşıyalım, pek ilgi görmez…

Neden mi?

Toplum sadece seçim ve sonuçlarına yoğunlaşmaktadır da ondan…

Bir referanduma gidildi. Şu yazıyı yazdığım sırada daha seçmenler sandık başına gitmemişti.

Çünkü bir gün öncesinden yorumumuzu kaleme almaktayız. O nedenle ne seçim sonuçları, ne de yerel sorunumuz üzerine bir yorum yapmayacağım.

Seçimden, geçimden daha önemli olduğuna kesinlikle inandığım bir mesele hakkında değerlendirmemi bilginize sunmak istiyorum.

Seçimden ve geçimden daha önemli bir mesele olabilir mi?

İkinci Dünya Savaşı’ndan beş yıl sonra Bediuzzaman’a, ünlü din alimlerinin bile cami ve cemaatı bırakıp radyo başına koştuklarını, kendisinin ise cihan harbini çok önemsemediğini, bunun nedeninin ne olduğunu sormuşlar. Bediuzzaman’ın cevabı şöyle olmuştu: “Evet, bu Cihan Harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvâsından daha ehemmiyetli bir dâvâ, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüt sarf edecek.”

Ben tam da bu sözlerin etkisindeyim. Seçim ve geçimden, dünyadaki bütün hakimiyeti ammeden daha önemli bir meselemiz var, bunu pek düşünmüyoruz.

İnsanlık alemine ilahi mesajı ulaştırarak evreni o nurla aydınlatan Peygamber gerçeğine rağmen, buhran üstüne buhran yaşayan yaşlı dünyamız gerçeğini gözlemlemek son derece düşündürücü…

Özellikle halkı Müslüman ülkelerde ciddi insan hakları ihlallerinin yaşanmasının pek çok nedeni olmalı.

Evrensel mesajın ulaşmadığı diyarlar varsa, oralarda hak ihlallerinin yaşanmasına bir anlam vermek mümkündür. Hani diyebilirsiniz ki, “Evrensel mesaj onlara ulaşmadı. Bir insana yapılan zulmün tüm insanlığa yapıldığı gerçeğini nereden bilecekler.” Ama şu halkı Müslüman ülkelerde yaşanan vahşetler gerçekten düşündürüyor…

Mezar kapısı açık şekilde insanlığın karşısında duruyor. Ve her gün kafile kafile insanlar o kapıdan geçerken, herkesin başını avuçlarının içine alıp, “Nereden geldik, niçin geldik ve en önemlisi nereye gidiyoruz” diye kendisine soru sormaması, gerçekten vahim bir eksiklik olsa gerek…

Birileri, “Kafile kafile aramızdan ayrılan insanlar, mezar kapısı falan filan’ diyerek neden söz ediyorsun?” diyebilir.

İnsanları, özellikle de akıl sahiplerini derinden sarsan ve düşündüren bir hadiseden söz ediyorum…

Her kişinin başına öyle bir dava açılmış ki, bütün dünya onun olsa neye yarar? Bir bilinmeze doğru giden insanların bu gerçeği iyi analiz etmesi gerekiyor…

Evet, Peygamberimiz (SAV), bu sorulara cevap olsun diye dünyaya gelmiştir. Nereden gelip, nereye gideceğimize dair o büyük muammaya açıklık getirmek için evrensel mesajı insanlığa ulaştırmakta elçi olmuştur.

İnsanlara en büyük muallim olmuş bu yüce Zat’a, kendisine vahyedilen Kur’an mesajına kulak vermek gerekmez mi?

(Elif, lâm, raa. (Bu) öyle bir kitaptır ki âyetleri (en kat'î bürhanlarla) desteklenmiş, sonra da apaçık bildirilmiş, (her işi) hikmetle yapan, (her şeyden) kemâliyle haberdâr olan (Allah) tarafından (indirilmiştir). (Hud Suresi 1. Ayet)

Bu toplumun içler acısı durumu ortada. Çok büyük acılar yaşıyoruz milletçe…

Evlatlarımız mevcut sistemin ürettiği bataklıklarda çırpınıp duruyor…

O son Peygamber, yani son uyarıcıydı. Bugün insanlığın gerçekten böyle bir rehbere ihtiyacı var. Çünkü yolunu şaşırmış bir insanlık gerçeği söz konusu…

Ama bilelim ki ondan sonra bir peygamber daha gelmeyecek. İnsanlığa sunduğu evrensel mesajı açıktır. Bu mesajın ön yargısız şekilde toplumlara ulaşmasını diliyorum.

KUTLU DOĞUM HAFTASI!..

Oldum olası dinimiz adına yapılan yanlışları eleştiriyorum. Din adına yapılan yanlışlar nedeniyle çok önemli sorunlar yaşanmakta, bazıları manevi boşluğa düşmektedir.
Dinin özünde olmadığı halde sonradan icat edilen ve gelenek haline getirilen kimi ibadetleri o nedenle sorgulamaktayım. Toplum olarak sorgulamamız gerektiğine de inanıyorum.
1989 yılından itibaren Türkiye kamuoyu gündemine giren bir mesele var.
12 Eylül askeri darbesini gerçekleştirenler toplumun değişik kesimlerine şirin görünmek için hamleler gerçekleştirmişti.
Öğretmenler Günü de onların eseriydi…
Din adına hiçbir ülkede olmayan bir kutlamayı gelenek haline getirdiler. Bir de baktık ki Kutlu Doğum Haftası karşımıza çıktı...
Bir geleneği ibadet gibi gösteren Kutlu Doğum Haftası, 1989 yılından beri literatürümüze girmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı her yıl miladi takvime göre Nisan ayı içerisinde Peygamberimizin (SAV) doğum gününü kutlamaktadır.
Hazret-i Ömer'e ait olduğunu duyduğum şu güzel söz aklıma geliyor; "Dininizi doğru öğrenip, buna uygun yaşayın. Yoksa yaşadığınızı din zannedersiniz."
Bugün yüz binlerce Müslüman'a sorun, Kutlu Doğum Haftası'nın dini bir ibadet olduğunu söyleyeceklerdir. Bunun sonradan ihdas (icat) edilmiş bir gelenek olduğunu bilmemektedirler. Türkiye gazetesi yazarı merhum Mehmet Oruç'un değerlendirmesini çok isabetli bulmuştum. İşte değerlendirmesinden bazı satırlar: "Diyanet İşleri başkanlığının kutlama programının 9. maddesinde, 'Başkanlığımız Türk Tasavvuf Musikisi Korosu Rize, Trabzon, Giresun, Ordu, Samsun, Çorum ve Amasya illerinde hafta içinde konser verecektir' denilmektedir. Yine, Programda; tiyatro gösterileri sergileneceği, Nasreddin Hoca'dan fıkralar anlatılacağı bildirilmektedir. 14 maddelik, etkinlik sıralamasında 'ibadet' kapsamında değerlendirebileceğiz etkinlik sayısı çok az. İl müftülükleri daha da renklendirmişler; İzmir'de, davullu zurnalı yağlı güreşler, mehter ve folklor gösterileri de eklenmiş programa. Peygamberin doğumundan 1418 yıl sonra başlayan, yaklaşık 20 yıl sonrasında da devlet eliyle yaygınlaştırılan bir dini gelenek olabilir mi?"
Bu değerlendirmeye hak vermemek mümkün mü?
Peygamberimizin (SAV) doğum gününün kutlanmasının dinle ilgisi yoktur. Bu bir dini ibadet değil, gelenektir. Sonuç olarak Hz. Ömer'in, "Dininizi doğru öğrenip, buna uygun yaşayın. Yoksa yaşadığınızı din zannedersiniz" sözünü hatırlatmayı görev biliyorum.