En masum hallerimizi çocukken yaşadık. Çocukluğumuzu sobe oynarken saklandığımız yerlerde bıraktık.
Masumiyetimizi maziye bıraktık, sevgimizi aldandığımız yüreklere…
Düştük, yaralandık, kanadı elimiz-kolumuz ama çocukluğumuzdaki gibi iyileşmeden yaralarımız, bir başka oyuna başlayamadık.
Hüsranı “kazanç” diye kabul edip biriktirdik. Nefesimizi adi hevesler uğruna harcadık. Ölümü ibret alacağımız yerde, hevesimize alet ettik.
Kandık, aldandık… Oyun içinde oyun oynadık, sevgiyi acıya takas ettik.
“Bir oyun da benden” dedim. Kendim için bir düş kurdum. Hasta ben oldum, tabip ben oldum. Hayallerimi zamansız gülüşlerle süsleyip minik yüreğime sığdırdım.
Kapandı bazen kapılar, sabrın izinde çoğalan nefesimde boğuldum ama kendimden vazgeçmedim…
An geldi, gökyüzünde ne maviyi gördüm, ne griyi ne yeşili… Çaresizlik girdabında boğuldum. Şişen bir balon misali oldu umutlarım, kayboldum.
Ama asla hayallerimden vazgeçmedim…
Güneşin kızıl rengini aldı gözyaşlarım. Ağlamayı öğrendim. Sırtladım zamansız gerçekleri, ağır ağır yürüdüm… Zaman tünelinde sonsuzluğu aradım, yoruldum…
Ama asla geriye dönmedim.
Zamanın beşiğinde büyürken, bazen yaş, bazen kan ağladım. “Seviyorum” diyen dile kandım, ne çare ağlayan gözleri umursamadım. Geceler Ay’a dolandı, gündüzler Güneşe… Ve ben arada kayboldum.
Yine de sevmekten vazgeçmedim…
Tükenen takvim yapraklarından geriye kalan “keşkelerle” savruldum. Ağlayan gözlerime omuz, inleyen yüreğime ses olamadım. Kum saati misali zaman tünelinde akıp gitti yıllarım.
Ama kendimden asla vazgeçmedim.
Aynaya baktım yıllar sonra. Ne kadarı benim, ne kadarı oynadıklarım. Gün doğmadan geldim, gün batmadan giderim. Biraz “ben”im biraz oynadıklarım.
Ne zaman ki yerleşik hayata geçerse göçebe hüzünlerim, işte ben o zaman ölür, kaybolurum.