Askeri darbe girişimi ardından o kadar ilginç ve düşündürücü gelişmeler yaşanıyor ki, şaşırıp kalıyorum…

Kendilerine ‘darbeci’ denilmemesi için bazılarının yaptıklarına baktığım zaman ise tek kelime ile tiksiniyorum…

Bir insan nasılsa öyle olmalı.

Mevlana’nın çok güzel öğütleri var ki, çok beğeniyorum. Hayat pratiğimde bu sözler benim de temel prensiplerimdir;

“Cömertlikte ve yardım etmede akarsu gibi ol
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol
Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol
Hoşgörürlülükte deniz gibi ol
Ya olduğun gibi görün
Ya göründüğün gibi ol”

Evet, bu güzel sözlere uymalıyız. Olduğu gibi görünmeyen ve göründükleri gibi olmayanları her zaman tehlikeli buluyorum.

Ülkemizi karanlık bir geleceğe sürüklemeye çalışan darbecilere gereken cezalar verilmelidir. Ancak ölçü kaçırılmamalıdır. Bunu söylendiğinde düne kadar bu yapının en has elemanlığını yapanların hemen ölçüsüz saldırılar yaptıklarını görüyorsunuz.

Yıllar önce Atasoy Müftüoğlu’nun bir yazısını köşeme taşımıştım diye, bazı çevrelerin tepkileriyle karşılaşmıştım. Gülen hareketini eleştiren Müftüoğlu’nun o değerlendirmesine bakalım: “Anlayacağımız Gülen hareketi seksenlerden beri devletçilikten, milliyetçilikten, askercilikten, darbelere ve darbecilere yakın durmaktan hiç şaşmamıştır. Aslında gülen hareketinin en tipik özelliği olan “tutarsızlık” “ilkesizlik” ve “pragmatizm”; sadece belli konularda geçerliliğin yitirmektedir. Yani tutarlı oldukları birkaç konu vardır. Ki sadece bu konularda hep tutarlı(!) ve ilkeli(!) olagelmiştir:

- Derin veya şeffaf (!) tüm kurumlarıyla devleti ve devlet adamlarını kutsamak.

- Milliyetçiliği önceliklerinin birinci sırasına koyarak “Türkiye İslamı” senteziyle Türkiye Cumhuriyeti adına lobi faaliyeti yürütmek.

- Uluslararası neoliberal emperyalist siyasi ve ekonomik politikalarla paralel çizgide yürümek.

- Hem Türkiye’deki hem dünyadaki İslamcı ve direnişçi yapılarla en ufak bir ilişki şöyle dursun; onlara karşı askerle, polisle ve devletlerle aynı safta durmak. “ Neo-nurculuğa yönelik dört tane eleştirim var:

1) İslam’ı millileştiriyor.

2) İslam’ı ehlileştiriyor.

3) Müstekbirlerle birlikte hareket ediyor, aynı safta görünüyor.

4) Bütün direniş mücadelelerini kayıtsız şartsız tahkir ediyor (aşağılıyor). Direniş mücadelelerinden İsrail ne kadar rahatsızsa neo-nurculuk da bir o kadar rahatsız.” (Atasoy Müftüoğlu; Dünya Bülteni; 08/03/2011)

Benim de bakış açımı özetleyen bu yazı nedeniyle tartışmalar yaşamıştık. Tam isabet içeren bu değerlendirmeye dün tepki gösterenler keşke geçmişte bana içlerinden gösterdikleri öfkeyi hatırlasalardı…

ALİ BULAÇ’IN GEÇMİŞTEKİ DEĞERLENDİRMESİ

Dediğim gibi darbe girişimi ardından çok ilginç gelişmeler yaşanıyor. Geçmişte hiç kimsenin cesaret edemediği bir zaman diliminde, yani 1990’lı yılların başında Fethullah Gülen’e en sert eleştiri yapan bir Yazar, bugün savunucusu olarak cezaevine tıkıldı…

Ali Bulaç’tan söz ediyorum. Körfez Savaşı sırasında bakınız neler yazmıştı, birlikte okuyalım:

“Bu yazıyı kaleme aldığımızda Körfez Savaşı 3. haftasını doldurmuş oluyordu. Bu geçen süre içinde Amerika ve müttefiklerinin Irak’ın yerleşim bölgeleri, askeri ve ekonomik hedefleri üzerine yağdırdıkları bomba sayısı çoktan 200 bini aşmış durumdaydı. Gece gündüz, günün her saatinde 600 uçak havalanıyor, Adana-İncirlik ve Dahran’dan gidip Irak üzerine ölüm yağdırıyor…

Bu katliama karşı kim suskun kalabilir?…

…İnsanlar bu vahşi savaşa, bu soykırıma tepki göstermeye başladılar, sokaklara dökülüp, Amerika ve müttefiklerini lanetlediler. Türkiye’de hükümet çevrelerinin bu haklı (tepkilerden) büyük rahatsızlık duyduğu anlaşılıyor. Hemen karşı propagandaya geçildi ve Körfez Savaşı’nın Hıristiyanlarla, Müslümanlar arasında süren bir savaş olmadığını etrafa yaymaya başladılar. Önce devletin memuru Diyanet İşleri Başkanı bir demeç verdi. Ardından “ağlayan ve ağlatan hoca”ya, “Türkiye vaizi” statüsüne çıkartılan emekli bir vaize merkezi camiler tahsis edilerek Saddam Hüseyin aleyhinde vaazlar verildi. Dün Irak-İran savaşında Ayetullah Humeyni’nin zulmüne karşı gelen Saddam Hüseyin’in erdemlerinden dem vuran Hoca, şimdi yukarıdan aldığı direktifler doğrultusunda, Saddam Hüseyin’in kafirliğinden, işlediği zulümlerden bahsetmeye başladı. Bu artistlere taş çıkartacak profesyonellikle ağlayarak ve ağlatarak, üstelik Rasulullah (s.a.v.) adına saçma sapan rüyalar uydurarak, Saddam aleyhtarlığı yapan Hoca’nın sözlerinden çıkan sonuç, Amerika’nın bölgede yaptıklarından dolayı kınanamayacağı, bu yüz kızartıcı bombardımanlardan mazur görüleceği sonucudur. Ben kişisel olarak bunu yadırgamadım; çünkü adamlar birilerini besliyorlarsa, bunun bir bedeli vardır. Şimdi bu bedeli ödemelerinin tam zamanıdır…

…Bunlar “zihn-i müşevveş” (kandırılan) kimseler değildir, tam aksine “muallem”(eğitilen) kimselerdir…

…Hani Peygamber Efendimiz (s.a.v.) dünya Müslümanlarını bir vücuda benzetmişti; hani bir organa bir diken batsa diğer bütün organlar rahatsız olurdu? Irak’ta bir organımıza diken batmıyor, adeta koparılıyor. Ey ağlayan ve ağlatan Hoca! Biraz da bu hadisi hatırlayıp bundan söz etsene!..” (Ali Bulaç, Vahdet, 11 Şubat 1991 / http://www.haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.php?id=916)

Ali Bulaç’ın bu yorumunda çok önemli tespitler vardı. Bu yazıyı da yıllar önce köşeme taşıdığımda birilerinin boy hedefi olmuştum. Oysa Gülen karşıtı ve düşmanı değildim. Müslümanların doğru tavırlar takınması cihetiyle meseleye yaklaşıyordum.

Aradan yıllar geçmiş, Ali Bulaç dün en sert şekilde eleştirdiği kişi için cezaevinde…

Geçmiş zaman olur ki diyerek gelişmeleri iyi analiz etmek dileğiyle.