“Hiç kimse başarı merdivenine elleri cebinde tırmanmamıştır. Siz kendinize inanın başkaları da size inansın” der, Konfüçyüs.

 

      Yavuz ekinci, öykü dalında  yakaladığı başarıyı aldığı ödüllerle pekiştiren ve kendi tabiriyle iade-i itibarını kanıtlayan ve kazanan  genç yazarlarımızdan

 

      Ekincinin kendine inancı çocukken başlamış. Gökyüzünün yıldız tarlasında ve bulutlarda dolaşırken kurduğu hayalleri ve kurguları ona yön vermiş.

 

      Zaman ve sabrın bileşkesi olan başarıyı yakalamış ve hayallerini gerçekleştirmiş. Yaptığı işi daha iyi öğrenebilmek  için başarının  sihirli formülü olan sevmeyi ilke edinmişâ€¦

 

      Ekinci kendine inanmış  ve yazmış. Ödüller de ona inanıldığının karşılığı olmuşâ€¦

 

            İşte, sessizlik kulesinde sayın Ekinci ile  yapmış olduğum söyleşim…

 

 

YAVUZ EKİNCİ

 

       Yavuz Ekinci 1979 yılında Batman’ın Kozluk İlçesini Yedibölük Köyünde da doğdu. Dicle Üniversitesi Siirt Eğitim Fakültesi Sınıf Öğretmenliği Bölümü’nü bitirdi. Yazın hayatına öyküyle başladı. 2001 yılında Yaşar Nabi Nayır Dikkate Değer Öykü Ödülü’nü aldı. 2003 yılında “Kafatası” öyküsüyle Gençlik Kitabevi, “Göç” öyküsüyle İnsan Hakları Derneği ve 2005 yılında “Eşikteki Hayatlar” öyküsüyle de Gila Kohen Öykü ödüllerini aldı. “Sırtımdaki Ölüler” adlı dosyası 2005 Haldun Taner Öykü Ödülü’ne layık görüldü. “Sırtımdaki Ölüler” kitabı 2007 yılında Doğan Kitap tarafından basıldı. Öyküleri, Adam Öykü, Varlık, Kitap-lık, İmge Öyküler, Eşik Cini, Kül Öykü ve NotosÖykü dergilerinde yayımlandı. İlk kitabı Meyaser’in Uçuşu 2004 yılında yayımlanan yazar, halen Batman Gap İlköğretim Okulunda öğretmenlik yapıyor.

 

      Öncelikle edebiyatla, özellikle öyküyle kurduğunuz duygusal bağdan söz edelim. Öykülerinizin de bir öyküsü olmalı?

     

 Aslında edebiyatla kurduğum bağ, çocukluğumla kurduğum bağdır. Çevresi yüksek dağlarla çevrili bir dağ köyünde doğdum. Beni hayata hazırlayan olaylarla da burada tanıştım. Kışlar çok çetin geçerdi. Köyü şehre bağlayan yolların günlerce, aylarca kapandığı olurdu. Bir anlamda hayat ve zaman durma noktasına gelirdi. O soğuk kış gecelerinde söz’le ısınırdım. Tanıdığım en bilge insan ne okuma ne de yazma bilirdi. Bu adam sabahın köründe kalkar ahırdaki koyun ve keçilerini yemlerdi. Evdeki kaplarda bulunan suların dahi donduğu kış gecelerinde kalkıp ağıla giderdi. Zayıf, çelimsiz kuzuları odasına getirip battaniyeye sarardı. Bu adam, dedem Hasan’dan başkası değildi. İlk torun olduğum için dedem beni çok severdi. Birçok gece beni yanına alırdı. Gecenin ilerleyen vakitlerinde dedem hikâyeler anlatırdı. Masalları, meselleri, efsaneleri, dini hikâyeleri, cinleri ve eski ölüleri anlatırdı. Anlattıkları bir yandan beni uyanık tutarken bir yandan da bana ninni gibi gelirdi. O yaşta dünyadaki her şeyi bilen tek kişinin dedem olduğunu düşünürdüm. Durmadan ve usanmadan bana her şeyin söz’le var olup, söz’le yok olduğu bir dünyayı anlatıyordu. Ve bu dünyaya inanmamı istiyordu. Onun en büyük özeliği bir anlatıyı her defasında farklı anlatmasıydı. Bu da bende dedemin tüm bunları uydurduğu hissini uyandırıyordu. Daha sonraki sıcak yaz gecelerinde damda yatarken yıldız tarlasına bakıp zihnimde bu masalları canlandırırdım. Yıldızlardan periler, cadılar ve devler yaratırdım. Bazı günlerde ise otların üzerine uzanıp bulutlara bakardım. Bulutlar, beyaz bir sinema perdesi gibi durmadan değişirdi. Dev yaratıklar, dörtnala koşan atlar, kulelere kapatılmış prenseslerin yüzleri… Geniş bir hayal dünyasını içinde barındıran ve öykünün ivmesi olan sözlü edebiyatla büyüdüm. Bu sözlü edebiyatla anlatıcılığımın şekillendiğini düşünüyorum. Söz’ün büyüsüne kapılıp gitmelerim işte o kış gecelerinde başladı. Ve hala da devam ediyor.      

 

      Türk yazın dünyası ne yazık ki öncelikle İstanbul merkezli. Batman’da yaşıyor ve yazıyor olmak sizi nasıl etkiliyor?

     

 İstanbul’da doğup büyüyen, yazan ve aydınlanan bir yazarın yaşadığı sıkıntıları, yabancılaşmayı, gerilimi, birey olma savaşımını, burada, doğuda, daha yoğun, daha acımasız ve keskin bir şekilde yaşarsınız. Bu da başlı başına edebiyatınızı besleyen bir şeydir. Edebiyatın konusu insandır. İnsanın yaşadığı her yerde de edebiyat vardır. Aslolan metindir; nerede yazdığınız değil, ne yazdığınız önemlidir.

 

              Sessizlik Kulesi” dosyanızla 2008 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü aldınız. Daha önce de “Sırtımdaki Ölüler” dosyanızla 2005 Haldun Taner Öykü Ödülü’nü almıştınız. Bu son ödül bağlamında, ödüllerin bir öykücüye neler kattığı ya da ondan neleri alıp götürdüğü konusunda ne söylemek istersiniz?

 

      Yarışmaları önemsiyorum. Ödüllerin secici kurullarında bulunan yazarların benim eserlerimi seçmeleri, beğenmeleri beni cesaretlendirdiğini söyleyebilirim. Bunun yanında yarışmaları ve ödülleri birer iade-i itibar olarak görüyorum. Aynı zaman da alınan her ödül yazarın sırtına büyük bir sorumluluk çuvalı olarak düştüğüne inanıyorum.

 

        Peki, cesaret genç bir yazarın en çok ihtiyaç duyduğu şey mi?

        

Evet. Kesinlikle. Bence yazarlıkta kendine güven ve cesaret olmazsa olmazlardan biridir. Yazmak kendine güven duymadan yapılabilecek bir şey değildir. Sadece yazmak için değil aslında, sanatın her dalı kendine güven ve inanç gerektirir.

 

                    Öykülerinde genel olarak karamsar tonlarda resmedilen bir dünya ile karşı karşıya kalıyor okuyucu. Neden öykülerinde bu kadar karamsar bir dünya yaratıyorsun?

 

      Öykülerimde ağır karamsar bir havanın olduğu doğru. Ben doğuda doğdum. Ve burada büyüdüm. Çocukluğumdan beri çatışmalar ve operasyonlar her zaman oldu ve halen de devam ediyor. Bir kurmaca filmin sahnesini aratmayan bu şiddet sahnelerini defalarca gördüm, yaşananlara tanık oldum. Ne yazık ki daha ortaokul ve liseye giden küçük bir çocukken kaldırımlarda önümde yığılıp ölen insanlarla karşılaştım. Korkunun ete kemiğe bürünüp sokaklarda, caddelerde, şehirlerde, köylerde ve evlerde dolaştığını gördüm ve tüm ruhumla o korkuyu hissettim. Çatışmalarla dolu bu ortamdaki havanın nasıl gerildiğine tüm bedenimle tanıklık ettim. Beni bu kadar huzursuz eden nedenlere gelince; insan hayatının bir hiç olduğu bu yerde yaşanan ölümlerin bazı insanlar için sayısal bir değerden başka bir şey ifade etmemesi ve o insanlarla aynı çağda, aynı gökyüzü altında yaşıyor olmamdandır. Gergin ve durmadan kanayan bu topraklarda kahramanlarım da benimle birlikte büyüdüler. Ve doğal olarak onlar da benim kadar mutsuz ve karamsarlar. Anlatmamın nedeni belki gördüklerimi unutmak, belki de görmek istemeyenleri rahatsız etmektir.

   

   “Bana İsmail Deyin” öyküsünde niçin savaştığını bilmeyen bir askerin ölüp cesedinin öldüğü yerde kalmasını anlatıyorsunuz? Askerin adı İsmail olmadığı halde “Bana İsmail Deyin” diyor. Bu asker niçin bunu deme gereğini duyuyor?

 

            İsmail imgesi kurban edilmeyi temsil eder. İbrahim’in İsmail’i kurban etmeye çalıştığı hikâyeyi hepimiz biliriz. İsmail imgesini tüm kurban edilenler ve edilecekler için kulandım. Burada ki askerin isyanı cesedinin vurulup öldüğü yerde kalmasındandır. Annesi için “gidip önünde ağlayacak bir mezarım bile yok” diyor.  

 

        “İçimdeki Mezar” adlı öyküsünde kitaptaki tüm kahramanları görürüz. Ve bu dosya bir bütün olarak düşünüldüğünde aynı zaman da bir roman gibi de duruyor siz ne dersiniz?

 

             İçimdeki Mezar öyküsünün anlatıcısı yazarı öldürülen bir öykü kahramanın yarım kalmış yaşamını ve yazarını anlatma üzerine kuruludur. Öykünün kahramanı sürüncemede kalan hayatından şikâyetçi ve çekmecede dolaşmaya çıkanca diğer kahramanları görür ve onları anlatır. Hata hikâyeleri bittiği için onlara gıptayla bakmaktadır. Çünkü onu yaratan yazar, onun için yazdığı en son cümle “Sayra, tavandan sarkan ilmiği boynuna geçirdi.” Dosya bir bütün olarak dursa da roman değildir. Bence öykü kitaplarındaki öyküler bir şekilde bir birleriyle bağlantılı olmalıdır. Öte yandan bir seçki gibi dururlar.

 

         Aynı zamanda sınıf öğretmenliği yapıyorsunuz. Yazmak için yeterince zaman bulabiliyor musunuz? 

 

      Yaklaşık yedi yıldır sınıf öğretmeni olarak çalışmaktayım. Küçük bir odam var, ona sığınıyorum. Okuldan ve ailemden artırdığım ve kimi zaman çaldığım dar vakitlerde yazmakla cebelleşiyorum. Akşamüstleri yatıyor, geceleri uyanıp çalışıyorum. Bu düzensizlikten bir şeyler çıkarmaya, kurtarmaya çalışıyorum. Edebiyat, sizden kendinizi ona adamanızı ister ve çoğu zaman bununla da yetinmez, birlikte yaşadığınız insanların bile hayatından sizin aracılığınızla bir adanmışlık talep eder. Ekonomik kaygılar! Keşke, diyesim geliyor. Kim istemez ki yazdıklarıyla geçinmeyi ve tüm zamanını buna harcamayı?!

 

       Yöntemleriniz nelerdir peki? Bir öyküye başlarken örneğin. Bir düşünceden mi yola çıkarsınız, üslup mu belirler öykünün gidişatını?

 

      Kısa notlar alırım. Bu notlar çoğu zaman hiç işime yaramıyor. Bir öyküyü kesinlikle düşleyerek yazamıyorum ya da istediğim gibi yazamıyorum. Ben bir cümle ile başlarım ve bittiğini hissettiğim zaman da bırakırım. Bu yazma süreci tabi aylarca sürdüğü oluyor. Bir masalı eğer yazılı olarak okumuyorsanız iki kere aynı şekilde anlatamazsınız. Ben de her yazılan öykünün öykü sanatını yeniden tanımladığına inanırım ve bunun için de çalışırım.

 

       Ya kahramanlar?

 

        Kahramanlarım… Marquez’in bir sözünü hatırlatmak isterim. ‘bir karakter sıfırdan yaratılmaz.’ Benim de karakterlerim aslında çoğu zaman hiç farkında olmadan gördüklerim, tanıdıklarım arasından çıkıyorlar.

 

       Nasıl bir ortamda yazarsınız?

 

      Yazmak için belirlediğim bir ara ya da zaman yok; fakat yazmaya başladığım zaman mutlak bir sessizlik isterim. Evin diğer odalarında birinin nefes alması bile canımı sıkar, yazmamı engeller. Geceleri sözcüklerin peşine takılıp gitmeyi çok severim.

       

       Tam sessizlik istediğinize göre evdekiler yani eşiniz size nasıl katlanıyorlar?

 

      Eşim bu konuda çok anlayışlı. Uzun süre evli olmama rağmen aynı evi paylaşan iki sevgili gibiyiz. Yazmak istediğim zaman da her halükarda evi bana bırakır. Benim yazı, yazının ben olduğunu biliyor. Bundan dolayı da ona teşekkür ediyorum.

 

       Türk öykücülüğünde esinlendiğiniz, beslendiğiniz belli kaynaklar, belli yazarlar var mı?

 

       Türk öykücülüğünde çok büyük yazarlar var. Bunların birçoğunu okudum, tekrar tekrar dönerek okumaya da devam ediyorum. Beslendiğim kaynaklardan öte, severek okuduğum yazarlar var. Birkaç isim sayacak olursam, Sait Faik, Sabahattin Ali, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sema Kaygusuz, Haldun Taner, Oğuz Atay, Bilge Karasu, Hasan Ali Toptaş, Selim İleri, Yusuf Atılgan, Adalet Ağaoğlu aklıma bir çırpıda gelen isimler. İsmini saymadığım çok sayıda değerli öykü yazarı var. Dünya edebiyatının usta kalemlerini de okumaktan eksik kalmadım: Kafka, Sadık Hidayet, Gabriel Garcia Marguez, Georges Perec, Sadık Hidayet, Jose Saramago… 

 

                  Geceleri sözcüklerin peşine takılıp yazan, aldığı ödüllerle de yoluna başarıyla  devam eden, genç yazarımız Yavuz Ekinci ye, öykü dolu bir yaşam diliyorum…