Karanlığı bile kıskandıracak kadar olan bu sessizlik canımı sıkıyordu. Haftalardır hastanedeydim. Yorgun ve bitkindim. Üzerime sinen ilaç kokusuyla, gündüzlerim geceye karışıyordu. Endişe ve umudu da gecelerime katarak sabahı buluyordum.

       Günlerdir uykusuzdum. Sağa sola koşturan bedenim, bir ton ağırlığında gibiydi. Beni terk etmesine izin vermediğim umudum, hemşirenin söyledikleri karşısında direncini tamamen kaybetmişti.

       “Anneniz makineye bağlı” demişti hemşire. Ne demek istediğini anlayabilmek için ilk aklıma gelen de doktor olan yengemdi.

        Bir şeyler yapmalıydım, hemşirenin ne demek istediğini anlamalıydım. Söylediği iyi bir şey miydi yoksa bir sonun başlangıcımıydı?

        Yoğun bakım ünitesi dördüncü kattaydı. Fakat bir anda kendimi aşağıda buluvermiştim, dört kat aşağıya nasıl indiğimi hiç hatırlamıyorum bile. Kulağımda çınlayan tek şey vardı o da hemşirenin söyledikleriydi.

        Henüz hayatının baharında olan annem, o lanet olası oda da, ölüm kalım savaşı veriyordu ve dayanılmaz acılar çekiyordu. Şuuru yerinde değildi. Kalbi bir cihaz yardımıyla çalışıyordu. Azrail ise yoğun bakım ünitesinden hiç! ayrılmıyordu.

        ‘Ya annem ölürse’ düşüncesi beni deli ediyordu. Allah’a dua etmekten başka çarem yoktu. Sığındığım tek güçtü…

        Bir an, telefonun öte ucundaki yengemin sesiyle irkilmiştim. Sesindeki panikle korkum bine katlanmıştı.

        Telaşla telefonu kapattıktan sonra asansöre doğru koşmaya başlamıştım. Annemi görmeliydim, sanki son kez görecekmişim gibi bir his olmuştu bende. Acilen yukarı çıkmalı ve parmak uçlarından kayan yaşam yıldızını yakalamalıydım, tutmalıydım onu. Veda için henüz çok erken demeliydim,  gitmemeliydi, şimdi zamanı değildi, benden önce var olandı ve kalmalıydı.

       Kısa bir zaman sonra yoğun bakım ünitesinin bulunduğu kattaydım. Hemşireden izin almak için, kapıya doğru yaklaşırken çıkarılan bir sedyeyle irkildim. Sedyede ilk gördüğüm

Annemin ayaklarıydı. Bu duruma burukta olsa sevinmiştim. Çünkü yoğun bakım ünitesinde yatan annemi görmek için, verileceği bile belli olamayan izni hemşireden almak zorunda kalmayacaktım. Annemi film yâda tetkik için başka bir servise götürüyorlar diye düşünmüştüm, bu nedenle gideceği yere kadar annemi hem görecek hem de düşündüklerimi kulağına fısıldayacaktım. Bu duygularla yaşadığım buruk sevinç kısa bir süre sonra, annemin başına kadar çekilen beyaz çarşafla yerini tarifi imkânsız bir acıya bırakmıştı. Ne kayan yıldızı yakalayabilmiştim, ne de veda edebilmiştim. Çoook geç kalmıştım. Anlayacağınız cankurtaran olamamıştım(Sanki gerçekten böyle bir lüksüm varmış gibi, buna kendimi inandırmıştım.)

        Gözlerimden akan yaşlar, henüz sıcaklığını kaybetmemiş annemin yanağına dökülüyordu. Son kez kondurduğum öpücüğün hayat öpücüğü olmasını ne çok dilemiştim, fakat umudum, ertesi sabah kılınan cenaze namazından sonra annemin ebedi yolculuğa uğurlanmasıyla son bulmuştu.

        Canımın yarısı yoktu ve buna ‘Takdiri İlahi’ deniyordu fakat o an bu söz beni ne kadar teselli edebilirdi ki; söylenen her şey kifayetsiz kalıyordu. Ölümün diğer adıydı annesizlik…

       Parmaklarımızın arasından kayıp giden yaşamı tutamamıştık. Hayalini kurduğum ve birlikte yapmayı düşündüğüm çok şey yarım kalmıştı.   

       Annesiz bir güne uyanmıştım bir Mayıs ayının sabahında ve canım acıyordu…

       Benim serde kıyametler kopuyordu tüm dünyada ise anneler günü kutlanıyordu, tıpkı bugün gibi…

       Annelere saygıyla…