Bölgemizdeki tarihi zenginliği bilmeyen yok. Bugün ilkokul çocuklarına bile Mezopotamya’yı sorduğunuzda size bazı bilgiler vereceklerdir.

Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan bölgeye Mezopotamya adıla söz edilen alan için iki cümlelik bilgi: “Fırat ve Dicle içinde ve çevresinde kalan bölgedir. Sınırları genel olarak doğuda Zagros Dağları, batıda Suriye Çölü, kuzeyde Toros Dağları ve Doğu Anadolu, güneyde ise Basra Körfezini kapsamaktadır.”

Evet, Mezopotamya coğrafyası tarihi zenginliklerle biliniyor. Ne yazık ki Dicle ve Fırat üzerine kurulan barajlar nedeniyle zengin tarihi dokumuzu yavaş yavaş kaybediyoruz.

Ilısu Barajı Projesi de eğer hayata geçirilecek olursa, Dicle ve Fırat kenarındaki yüzlerce höyükte gün ışığına çıkarılmayı bekleyen tarih de yok olacaktır…

Tabi sadece tarihten kaybetmeyeceğiz. Bazı bilim insanlarımızın bile farkında olmadığı bazı kayıplarımız olacak!

Ne demek istediğime açıklık getirmeden önce yöremizin zengin tarihi dokusuna dair bir değerlendirme yapmak istiyorum. Bu konuda somut bir belge sunmadan önce tarihi dokumuzun zenginliği ile ilgili kısacık bir değerlendirme yapmak istiyorum.

Değerli Okurlar, Hasankeyf ve yöremizdeki tarihle ilgisi nedeniyle tanınan bir bilim insanı var ki geçmişte konuğumuz olmuştur. Muğla Üniversitesi Öğretim görevlilerinden Doç. Dr. Sayın Adnan Çevik’ten söz ediyorum.

Akademik kariyerini bölgemizdeki tarih üzerine yaptığı araştırmalarla kazanan Sayın Çevik, 2008 yılında Batman’a gelerek uluslararası bir sempozyumda kentimizin tanıtımını yaparak, önemli bir görev üstlenmişti.

Sayın Çevik’in, ‘Hasankeyf: Medeniyetlerin Buluştuğu Başkent’ konulu değerlendirmesini yaklaşık on yıl önce bilginize sunmuştum. Mezopotamya gerçekliği ile ilgili bilgi için o değerlendirmesinden bazı satırları hatırlatmak istiyorum: “Kaynaklarını Doğu Anadolu bölgesi dağlarından alan Fırat ve Dicle nehirlerinin suladığı topraklar, ilk medeniyetlerin ortaya çıktığı, insanlık tarihinin en eski yerleşim bölgelerinden biridir. Mezopotamya ile Anadolu’nun kesiştiği noktada yer alan konumuyla Hasankeyf’in de bilinen tarihi 12 bin yıl geriye gitmektedir.

Stratejik konumu nedeniyle pek çok hanedan tarafından askerî üs olarak tercih edilen ‘Mağara sakinlerinin payitahtı’ nâm-ı diğer Hasankeyf, Artuklu ailesinin ilk başkenti olmasının yanı sıra Eyyûbi hanedanına uzun yıllar misafirperverlik göstermiş; İslam hâkimiyetiyle gerçek kimliğini “ortaçağ İslam yerleşimi” olarak kazanmıştır.

Medeniyetin beşiği olan Mezopotamya, Suriye ve Anadolu’yu birleştiren önemli yolların kavşak noktasında olan Hasankeyf’in de içinde olduğu bölge, kadim yazılı kaynaklara yansıdığı şekliyle Asur-Hitit, Asur-Urartu, Roma-Pers ve Bizans-Sasani dönemleri boyunca daima sahip olunmak istenilen stratejik bir mevki olarak karşımıza çıkmaktadır.

Hasankeyf’in gerçek kimliğini kazandığı, yıldızının parladığı dönem, XII. - XV. yüzyıllar’da Artuklu ve Eyyûbi hâkimiyetinde yaşadığı zamandır. Hasankeyf’te pek çok eser inşâ ettiren Artukluların burada yaptırdığı köprü ortaçağın en muhteşem örneğidir.

Artuklu devri 1232 yılında sona ermiş, hemen ardından Hasankeyf’i her açıdan daha da yukarı taşıyacak yeni bir dönem, Hasankeyf Eyyûbîleri devri başlamıştır. Daha sonraki süreçte bölgede nüfuz kuran Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenleri, bu stratejik şehri ele geçirmek için uzun yıllar mücadele etmişlerdir. Akkoyunluların Hasankeyf’e hediyesi, Anadolu’da bir başka eşi ve benzeri olmayan Zeynel Bey Türbesi olmuştur. Evrensel ölçekteki doğal ve kültürel değerleriyle Dünyada UNESCO’nun 10 Dünya mirası kriterinden 9’unu birden karşılayan tek alan olan Hasankeyf, ivedilikle UNESCO Dünya Mirası ilan ederek koruma altına alınmalıdır.”

Dr. Çevik’in bu önemli bilgileri tarihi zenginliğimizle ilgilidir. Buna ek olarak tarihi höyüklerimiz var ki en önemli zenginlik kaynaklarımızdır. Ilısu barajının yutacağı çok yakınımızdaki höyüklerden bazılarını hatırlatayım:

Antik kent Hasankeyf…

Batman Demirköy Höyüğü…

Gıre Dımse Höyüğü…

Gıre Mıgro Höyüğü…

Diktepe-Ğıncıka Höyüğü…

Amerikalı arkeolog Prof. Michael Rozenberg başkanlığında yıllarca kazılar yapılan tarihi Hallençemi Höyüğü, Batman Barajı suları altında kaldı. Batman Demirköy Höyüğü’nün tarihi geçmişinin 12 bin yıl dolayında olduğu ve insanlığın ilk yerleşik düzene buralarda geçtiğini hatırlatayım.

SADECE TARİHTEN KAYBETMİYORUZ!..

Bana bu değerlendirmeyi yapan gelişme, ulusal basında yayımlanan bir haberdir. Önceki gün ulusal basında yer alan haberi bilginize sunayım: “Muğla’nın Marmaris ilçesinde kiraladığı arazide dört yıl önce organik tarıma başlayan mikrobiyoloji uzmanı Metin Öztürk, arkeolojik kazılarda çıkarılan küpte bulunan 7 bin yıllık siyez buğdayı tohumunun birkaç tanesinden üretim yapmaya başladı. Üç yıl önce, Kayseri Kültepe kazıları sırasında bulunan küplerden birinin içinden buğday ve arpa taneleri çıktığını duyan Metin Öztürk, bu tohumların peşine düştü. Uzun uğraşlar sonunda, geçmişi 7 bin yıl öncesine dayanan ata yadigârı hakiki Anadolu buğdayı ‘Siyez’den birkaç tohum alabildi. Bunları tarlasına ekip çoğaltmak için kolları sıvadı. Üç yıl boyunca ekip, tek bir buğday tanesinden yüzlerce ürün elde eden Metin Öztürk bu yıl farklı bir yöntem denedi. Metin Öztürk bu yıl tek bir siyez buğday tanesini ayrı bir yere ekerek her gün suladı. Her geçen gün diğerlerine oranla bu buğdayın çok daha fazla büyüdüğünü, tek buğday tanesinin topraktaki kökünden 20 ayrı sürgün kardeş ve çok sayıda başak çıktığını gördü. Öztürk şunları anlattı: ‘Diğer ürünlerde olduğu gibi buğdayda da hiçbir kimyasal kullanmadan organik gübre, keçi gübresi, solucan ve yarasa gübresi kullandım. Normalde yağmur sularıyla kendi kendine büyüdüğünde bire 2- 3 bin verirken, özel olarak her gün sulama yöntemiyle bu buğday bire 8 bin verdi. Tane buğday, toprakta ortalama 20 kardeş sürgünle dışarıya çıktı. 2 metreyi geçen her sürgün üzerindeki başakların ise en az 40 taneden oluştuğunu gördüm. Bazı başaklar o kadar büyük oluyor ki, dalı dayanmadığından, aşağıya bile sarkıyor.”

Bilim insanını görüyor musunuz? Kayseri Kültepe kazılarında küplerde saklı buğday tanelerini keşfediyor.

Düşünüyorum da bizim 7 bin yıldan da daha eski zaman dilimine ait höyüklerimizde çok daha zengin buğday veya başka bitkilerin tohumları olabilir mi? Bir bilim insanı olan Sayın Öztürk’ün çoğalttığı buğday taneleri ileride bir hazine gibi değer kazanacaktır. Höyüklerimizin sular altında kalacak olmasını o nedenle ‘sadece tarihten kaybetmiyoruz’ diye bir bakış açısıyla değerlendiriyorum. Umarım buna kafa yoracak bilim insanları çıkacaktır.